Kapitalizm, Cadı Avı ve Kadınlar

16. yüzyılda, yani Avrupa’da kapitalizmin doğuşuna tanıklık edildiği dönemde, önce İngiltere’de ve hemen ardından İskoçya, Fransa, İsviçre ve Hollanda’da peşi peşine “cadılıkla mücadele yasaları” çıkarıldı ve cadılık ölümle cezalandırılması gereken bir suç olarak tarif edildi. Bu yasalarla Avrupa’da yaklaşık iki yüz yıl devam edecek olan ve binlerce kadının cadılıkla suçlanıp öldürüleceği bir dönem başlamış oluyordu: Cadı avı dönemi. İlginç olan ise cadı avının arkasındaki esas gücün Katolik kilisesi ya da Engizisyon değil yeni kurulmakta olan seküler ulus-devletler oluşuydu.

Peki cadı avının bir devlet politikası haline gelişinin ve kadınlara yönelik böylesi büyük bir katliama girişilmesinin esas nedeni neydi? Bu sorunun yanıtının Marx’ın Kapital’de “ilkel birikim” olarak adlandırdığı süreçte gizli olduğunu söyleyebiliriz. İlkel birikim, köylülerin topraklarının ellerinden alındığı, mülksüzleştirildiği ve böylelikle proleterleştiği, kapitalizmin ön-tarihi olarak okuyabileceğimiz bir dönemdir. Dönem boyunca köylüler topraklarından çıkarılır ve mülksüzleştirilirken, yeni tahakküm pratikleri geliştirilir, kapitalist çalışma rejimini ihlal ettiği düşünülen dilencilere, delilere, hırsızlara, serserilere ve tembellere yönelik sert cezalar öngören yasalar çıkarılır, kapitalist ilişkiler tüm topluma doğru yayılırken, toplumsal yaşamın kapitalizmin ilkelerine göre düzenlenmesine başlanır.

Avrupa’nın ilkel birikimle cadı avını eşzamanlı olarak yaşaması bir tesadüf değildir. Bilakis, cadı avı, kadın bedeninin, kadın emeğinin ve kadın cinselliğinin tahakküm altına alınışının ve kapitalizmle uyumlu bir veçheye kavuşturuluşunun en önemli mekanizmalarından biri olmuştur. Cadı avının sınıfsal ve cinsel karakterini ortaya koyan en önemli olgulardan biri cadılıkla suçlananların neredeyse tamamının dilenerek ya da yardımlarla geçinen yoksul köylü kadınlar ve onları suçlayanların ise devletle ilişkili büyük toprak sahibi zengin erkekler olmasıdır.

Cadı avının gerisindeki en önemli itkilerden biri, kapitalist rasyonelleşme sürecidir. Kapitalizm doğayı ve insanı kontrol altına almak için çabalarken toplumsal yaşayışı “rasyonelleştirmek” zorundaydı. Büyü yapabildiklerine ve sihirli güçlere sahip olduklarına inanılan cadılar ise bu rasyonelleştirme sürecine karşı bir tehdit olarak görülüyorlardı. Sadece bu da değil cadıların sahip olduğuna inanılan güçler, öngörülemezlikleri ve kontrol altına alınamazlıkları nedeniyle devlet tarafından bir tehdit olarak algılanıyordu.

Cadı avının yoğunluk kazandığı dönem, yani 16. yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başları, yoksulların, topraklarının ellerinden alınmasına ve çalışmanın kapitalizmin ilkelerine göre düzenlenmesine karşı ayaklanmalara giriştikleri yıllardı da aynı zamanda. Bütün bu ayaklanmalarda kadınlar her zaman en ön saflarda yer almışlar ve isyanlar bastırılıp erkekler öldürüldüğünde direnişi yeraltında devam ettirmişlerdi. Bu da cadı avı adı altında kadınlara yönelik örgütlü şiddetin başta gelen nedenlerinden biriydi.

Cadıların yargılandıkları duruşmalarda, Sabbat adı verilen ve geceleri yapılan gizli toplantılardan uzun uzun söz edilmiştir. Yargıçlar bu toplantılara şeytanın da katıldığını, toplantılarda insan etinin de yenildiği devasa şölen sofraları kurulduğunu ve “sapkın” bir cinselliğin yaşandığını iddia ediyorlardı. Aslında söz konusu olan, gece düzenlenen bu toplantıların, zamanın kapitalizm tarafından kontrol altına alınmasına ve iş gününün kapitalizme göre düzenlenmesine yönelik bir tehdit oluşturduğunun düşünülmesiydi. Aynı şekilde Sabbat devletin ve dinin cinselliğe çizdiği sınırların bir ihlali olarak görülüyor ve bu nedenle yıkıcı olarak addediliyordu çünkü üreme dışı olan ve hazza dayalı her türlü cinsellik tehlikeliydi. Ayrıca, emeğin zapturapt altına alınmaya ve hareketliliğinin engellenerek belli mekânlara sabitlenmeye çalışıldığı ilkel birikim döneminde, süpürgesine binip uçabilen cadı imgesi apaçık bir tehdit olarak görülüyordu çünkü bu imge emekçilerin kontrol edilemezliğine ve sabitlenemezliğine işaret ediyordu.

Cadılığın kapitalizme karşı bir tehdit olarak kodlanması ve kriminalize edilmesi sürecinde cadılıkla doğum kontrolü ve kürtaj arasında bir bağlantı kurulması da kaçınılmaz hale gelecekti. Devlete ve kiliseye göre cadılar, insanların ve hayvanların üreme gücünü ellerinden almaya çalışıyor, kürtaj yapıyor ve çocukları şeytana kurban ediyorlardı. Dönem, iktisatçıların ve istatistikçilerin Avrupa nüfusuna ve kapitalizme sunulacak emek gücüne dair son derece endişeli oldukları bir dönemdi ve bu endişe cadı avlarının teşvikine doğrudan etkide bulundu. Bütün bir Avrupa’da cadı avının yoğunlaşmasına, doğum, ölüm ve evlilik kayıtlarının tutulmaya başlanmasının ve nüfus biliminin devletin resmi bilimi haline gelişinin eşlik etmesi bir tesadüf değildi. Cadılığa karşı verilen savaş, nüfusun artırılması adına verilen bir savaştı aynı zamanda.

Cadı olmakla suçlanan kadınlar, üremenin, doğumun ve doğum kontrolünün bilgisini ellerinde tutan, bu bilgilerle kendilerine bir toplumsal statü kazandıran ve ebelik yapan kimselerdi. Ancak, 16. yüzyılın sonlarından itibaren ebelik kadınların yaptığı bir iş olmaktan çıkarıldı ve erkek ebelerin ortaya çıkışıyla birlikte doğumlar giderek daha fazla bir şekilde devlet kontrolü altına sokuldu. Böylelikle kadınların doğurganlık üzerindeki egemenlikleri ellerinden alınıyor ve kadın bedeni kapitalizmin emek gücü ihtiyacına göre şekillendiriliyordu. Kapitalizmin ucuz emeğe ihtiyacı vardı ve bunun için nüfusun artması, yani kadınların herhangi bir doğum kontrol yöntemine ya da kürtaja başvurmamaları ve daha fazla çocuk doğurmaları gerekiyordu.

Cadılar sadece dilenci ve düşkün ya da doğurganlığı engelleyen ebeler olarak değil aynı zamanda hafifmeşrep ve cinselliğe düşkün kadınlar olarak da görülüyorlardı fuhuş ve zina, cadılara yönelik en önemli suçlamalardandı. Cadı avı bütün bir Avrupa’ya yayılırken zinanın ölümle cezalandırılmasına hükmeden yasalar yürürlüğe sokuldu ve evlilik dışı doğum yasadışı ilan edilerek kürtaj idamlık suçlar kategorisine dâhil edildi. Böylelikle kapitalist rasyonaliteye uygun olmayan, yani üreme amacı taşımayan her türlü cinsellik toplum düşmanı ve şeytani birer faaliyet olarak damgalanıyor ve yasaklanmış oluyordu. Aynı dönemde, evlenenlere prim veren ve bekârlığı cezalandıran yasalar çıkarılıyor, ebelerden doğurttukları çocukları kayıtlara geçirmeleri ve gizli doğum yapmış kadınları devlete bildirmeleri isteniyordu böylelikle doğum doğrudan kapitalizmin hizmetine sunuluyordu.

Kadının görevinin üreme yani annelik olarak belirlenmesi aynı zamanda kadınların üretim sürecinden dışlanmaları, ev işlerine mahkûm edilmeleri ve cinsiyete dayalı bir işbölümünün ortaya çıkışı anlamına geliyordu. Böylelikle kadınların hem sermayeye hem de erkeklere bağımlığını sağlayan kapitalist bir patriyarka inşa edilmiş oluyordu.

Cadı avının sürdüğü iki yüz yıl boyunca üreme amaçlı olmadığı ve iktidara karşı bir tehdit olarak görüldüğü için eşcinsellik de hedef tahtasına yerleştirildi ve eşcinsellere yönelik vahşice katliamlara girişildi. Etimolojik açıdan bakıldığında, eşcinsel anlamına gelen faggot sözcüğü aslında cadıları yakarken kullanılan çıraya işaret etmek için kullanılıyordu ve yine eşcinsel anlamına gelen finocchio yanan insan etinin kokusunu örtmek için cadıların bağlandığı kazıklara serpilen güzel kokulu bitkiyi anlatmak için kullanılıyordu. Yani sadece kadın cinselliği denetim altına alınmıyor, cadı avı aracılığıyla sapkın olduğu düşünülen eşcinsellik de kriminal bir vaka haline getiriliyordu.

18. yüzyıla gelindiğinde artık topluma karşı yeni suçlar ve elbette ki yeni cezalar icat edilmiş, cadılık, büyücülük ve sihir, ortaçağa ait birer batıl inanç olarak görülmeye başlanmıştı. Çünkü düzen oturmuş, toplumsal kontrolü ele geçirmiş ve suçu doğaüstü olarak tarif etmeden, olduğu gibi ele alarak da cezalandırabilir hale gelmişti yani hegemonya, cadılardan söz etmeksizin de kurulabiliyordu artık.

Yukarıdaki tüm bilgileri Silvia Federeci’nin “Caliban ve Cadı” isimli kitabından aktardım günümüz Türkiye’sinde, süreklileşmiş ilkel birikim rejiminde, farklı bir şekilde de olsa kadınlar bir cadı avı ile karşı karşıyayken ve iktidar bir kez daha kadın bedenini, cinselliği ve üremeyi piyasanın gerekleri doğrultusunda ve dinsel bir söylemle tahakküm altına almaya çalışırken, “anlatılan senin hikâyendir” demek adına.