Kanal İstanbul: Elde kalan son hikâye mi?

AKP’nin 17 yıllık başarısı, bir yanıyla bir hikâye anlatabilme başarısıdır. Hikâyenin içeriği ve seslendikleri dönemsel olarak değişmiştir ama AKP 17 yıl boyunca anlatmayı da dinletmeyi de becerebilmiştir. 

İktidarının ilk yıllarındaki “demokratikleşme ve AB üyeliği” iyi anlatılmış bir hikâyedir örneğin, inandırıcı olmuştur, toplumun önemlice bir bölümü bu hikâyeye inanmıştır. Bu hikâyenin bir yerine “Kürt sorununun çözümü”, başka bir yanına “komşularla sıfır sorun” eklenmiştir, bunlara da inanan çok olmuştur. Devamında “Vesayetle mücadele” gelir, Ergenekon-Balyoz gelir, devletin bağırsakları temizlenmektedir, kontrgerillayla mücadele edilmektedir, ilk hikâyenin bir devamıdır bu ve yine alıcısı, inananı çoktur.

Hikâyenin bir yerinde refah ve zenginlik vaadi vardır: Dünyada sıcak para boldur ve Türkiye’ye de uğramaktadır; döviz ucuzdur, toplum çılgınca borçlandırılır, tüketim manyağı yapılır. Kredi kartları, konut kredileri, otomobil kredileri havada uçuşmaktadır. Borçlanarak da olsa tüketebilme cezbedicidir, elbette ki cazibesine kapılan, bu yalancı büyümeye inanan çok olacaktır.

Başka bir yerinde hikâyenin, yeni-Osmanlı vardır. Bir zamanlar at koşturduğumuz topraklar tekrar bizim olacak, Osmanlı yeniden dirilecek, hilafet yeniden kurulacaktır. Emperyal hevesler küçük adamın güç istencini manipüle etmeye, yoksulluğuyla yüzleşmesini engellemeye yarar, kendini özdeşleştirdiği güce tapmasını beraberinde getirir. Mısır’da, Libya’da, Suriye’de bu işlere girişilmiş, heveslerin hakikat duvarına çarptığı zamanlarda ise “Diriliş Ertuğrul”dur, “Kurtlar Vadisi”dir, çeşitli fantezi ürünleri devreye girmiştir. Hikâyenin en heyecanlı kısımlarından biridir burası, kitleler büyük bir şevkle, büyük bir şehvetle dinlemiştir.      

Lakin bir süre sonra para biter, tabii demokratikleşme masalları da. Gezi bütün yaldızları döker, makyajları akıtır. Bu esnada liberaller kullanılıp atılır, cemaatle devletin sahibi kim olacak kavgasına tutuşulur, oradan 15 Temmuz’a varılır. Hikâye giderek “yerli ve milli”leşmekte, bu sefer bize bir “beka savaşı”nı anlatmaktadır. Yedi düvele karşı verilen, dış mihrakların ve içerideki uzantılarının yeni Sevr’ler dayattıkları, Ankara’nın güvenliğinin bazen Halep’ten, bazen Trablus’tan başlamasına yol açan, sürekli teyakkuz halinde ve uyanık olmamızı gerektiren, fonda milli birlik ve beraberlik korosunun söylediği hamaset makamlı şarkıların yer aldığı bir hikâyedir bu ve elbette yine dinleyeni çoktur. 

AKP her dönem hikâyesini anlatacak birilerini buldu, bu hikâyelere uygun ittifaklar kurdu. “Vesayetçiler”e karşı savaşırken Fethullahçılar yanındaydı, Fethullahçılara karşı savaşırken “vesayetçiler”. Milliyetçiliği ayakları altına alırken ya da çözüm masasını kurarken liberallerin ve Kürt hareketinin desteğini almıştı, “Sri Lanka modeli”ni hayata geçirirken MHP’nin desteğini aldı. 

Aynı anda farklı sınıflara farklı hikâyeler anlatabilmeyi de başardı AKP. İzlediği neo-liberal politikalarla sermayeye sonsuz bir değerlenme alanı açtı ve sermayenin gözde partisi haline geldi ama krizi ötelemeyi başarıp ucuz kredi mekanizmalarını açık tutabildikçe alt sınıfları da cezbetmeyi hanesine yazdırdı.

Ve şimdi, on sekizinci yılında, karşımızda artık hikâye anlatma potansiyelini giderek tüketen, eskisi kadar rahat hikâye anlatamayan bir iktidar ve eskisi gibi şevkle, şehvetle, inanarak dinlemeyen siyasi aktörler, kitleler, sınıflar var. Artık kimseye AB üyeliği hikâyesini, Kürt sorununa çözüm hikâyesini, “FETÖ”yle mücadele hikâyesini, yeni-Osmanlı hikâyesini, ekonomik büyüme ve refah hikâyesini öyle kolay kolay anlatamazsınız, siz anlatamadığınız gibi onlar da kolay kolay dinlemezler. 

Tam da bu nedenle, kendinize eskisi gibi farklı müttefikler bulmanız, yeni ittifaklar kurmanız öyle kolay değildir; hatta içinizden yeni partiler çıkmakta, yeni kopuşlar yaşanmaktadır. AKP, yeni hikâye anlatma potansiyelini tükettikçe yeni ittifaklar ve yeni müttefikler bulmaktaki yeteneğini de yitirmektedir. 

O halde Kanal İstanbul elde kalan “son büyük hikâye” değilse nedir? Etrafında yeni bir kutuplaşma yaratılabilecek, dost-düşman ikiliğine dayalı siyasetin üzerine inşa edilebileceği, hakkında mütemadiyen konuşulacak, yapımı uzun yıllar devam edecek, hatta hiç bitmeyecek, diğer meselelerin üzerini örten, tabanı tahkim edebilecek son büyük hikâye. 

Kanal İstanbul, Boğazlarla ilgili uluslararası bir pazarlık aracı olarak kullanılabilir, doğru. Kanal İstanbul ciddi bir rant yaratma potansiyeline de sahiptir, evet. Ama bunlar bu “çılgın proje”nin ancak ikincil nedenleri olabilir, esas mesele bir hikâye anlatma ihtiyacıdır, gösterinin sürmesi için buna ihtiyaç vardır. 

Buradan “biz milletimize hizmet için varız” da çıkarılmak istenecektir, “bunlar her şeye karşı, bunlar istemezükçü” de…

Buradan “bu projeyi engellemek isteyen dış güçler” de çıkarılmak istenecektir, onların “içerideki uzantıları” da…

Buradan “bu devlet projesini destekleyen milli irade” de çıkarılmak istenecektir, “buna karşı olan vatan hainleri” de…

Peki çıkarılabilir mi? Esas mesele budur. İktidar bunların hepsini deneyecektir, hikâyenin içerisine bunlar özenle yerleştirilecektir, süreç başlamıştır. Ancak az önce de söylediğimiz üzere ortada hikâye anlatma yeteneğini yitirmiş bir iktidar ve eskisi gibi hikâye dinlemeye istekli olmayan bir halk vardır. O şatafat videoları, o görkemli düğün görüntüleri, o “işsizim” diye feryat eden insanların yer aldığı sokak röportajları, o intihar haberleri… Bütün bunlar ortada boşuna dolaşmamakta, telefondan telefona boşuna paylaşılmamaktadır, ihtişam ve sefalet aynı anda en çıplak hakikatimiz haline gelmekte, giderek daha fazla fark edilmektedir.  

Tüm bunlar olurken, Kanal ile ilgili olarak elde bir tane ikna edici argüman var mıdır peki? Boğaz’daki yalılara tanker/gemi çarpma ihtimali? Geçiniz. Kanal’dan elde edilecek gelir? Kimseyi inandıramazsınız. Bu bir devlet projesidir söylemi? Hiçbir karşılığı yok. 

Kanal İstanbul hikâye anlatma yeteneğini ve inandırıcılığını yitirmiş iktidarın son çare olarak sarıldığı ama argümanları en zayıf, inandırıcılığı en düşük hikâyedir. Tam da bu nedenle iktidar içerisinden bile buna itiraz edenlerin olduğuna dair haberlerin doğru olma ihtimali çok yüksektir, çünkü Kanal İstanbul’un beton ekonomisinin görkemli çöküşünün sembolü olacağının farkında olmak için azıcık zekâ sahibi olmak yeterlidir.  

Bu hikâyeye, bu hikâye ile birlikte gündeme getirilen yerli otomobil, Libya’ya asker gönderilmesi vb. diğer hikâyelerle birlikte bütünlüklü bir şekilde karşı çıkılması gerekmektedir. Bu karşı çıkışın üzerine kurulacağı argümanlar ise esas olarak sınıfsal olmalıdır. Bizim insanlara anlatacağımız hikâyede, İstanbul’un olası bir büyük depremde yoksulların, emeğiyle geçinenlerin başına yıkılacağı, oysa Kanal’a harcanacak parayla depreme karşı gereken bütün tedbirlerin rahatlıkla alınabileceği olmalıdır. Bizim hikâyemizde Kanal’a gömülecek olan milyarlarca lirayla onlarca fabrika kurulabileceği, yüz binlerce kişiye istihdam sağlanabileceği, işsizliğin azaltılabileceği olmalıdır. Bizim hikâyemiz İstanbul’un parsel parsel Türk ve Arap sermayesine nasıl satıldığını anlatmalıdır. Ve bizim hikâyemiz, giderek zenginleşen bir azınlığa karşı çoğunluğun neden giderek yoksullaştığını ve buna karşı ne yapılması gerektiğini anlatmalıdır.  

Ortada hikâye anlatma yeteneğini yitiren bir iktidar, onun anlattığı hikâyeyi dinlemeyi giderek daha fazla reddeden bir halk vardır ve eğer öyleyse şimdi bizim hikâyemize kulak verecek olanların sayısı da artacak demektir. Yeter ki nasıl anlatacağımızı, neyle anlatacağımızı bilelim, yeter ki “bizim de bir hikâyemiz var” diyebilelim.