İç Savaş İçin Teorik Bir Çerçeve Denemesi

“İç savaş eninde sonunda bir periyodizasyon denemesidir.”
Yalçın Küçük

1990’lı yıllar boyunca, reel sosyalizmin çözülüşü ve Soğuk Savaş’ın bitiminin ardından kapitalist dünyada ortaya çıkan yeni durumu açıklayabilmek ve geleceğe dair bir projeksiyon yapabilmek amacıyla kimi kitaplar yayınlandı.

Bunlardan en ünlülerinden biri olan “Tarihin Sonu”nda Francis Fukuyama, çarpıtılmış bir Hegel okumasıyla liberal demokrasinin nihai zaferini ve böylelikle de tarihin sonunun geldiğini iddia ediyordu. Samuel Huntington’ın yazdığı “Medeniyetler Çatışması”na göre ise bundan sonra savaşlar, sınıf ya da ideoloji temelli değil, medeniyet temelli olacak ve esas çatışma Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında yaşanacaktı. ABD dış politikasının her daim en önemli stratejistlerinden biri olagelmiş Zbigniew Brzezinski ise “Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabında “Amerika’nın küresel üstünlüğü doğrudan doğruya Avrasya kıtasındaki hâkimiyetinin ne kadar süre ve ne kadar etkili sürdürüldüğüne bağlıdır” diyor ve ABD’ye Avrasya egemenliğini işaret ediyordu.

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin küresel egemenlik stratejisinde her üç ismin yazdıkları da büyük rol oynadı. ABD, hem tek bir dünya pazarı kurmak adına liberal demokrasiyi bir araç olarak kullandı, hem 11 Eylül saldırıları ile birlikte İslam coğrafyasına yönelik büyük bir taarruza girişti, hem de Avrasya hâkimiyeti eksenli bir politik strateji belirledi. Irak ve Afganistan işgallerinin yanı sıra, eski reel sosyalist ülkeleri küresel sisteme entegre etti, Ortadoğu’da ve Kafkaslarda Amerikancı yönetimlerin işbaşına getirilmesini ya da işbaşında kalmasını sağlamaya çalıştı. Böylelikle gerçek bir imparatorluk haline gelebilecekti.

ABD’nin emperyal stratejisine doğudan verilen yanıt 90’ların sonuna doğru geldi. Rus düşünür Aleksandr Dugin tarafından yazılan “Rus Jeopolitiği” isimli kitapta Ekim Devrimi sırasında ülkeden kaçan ve dünyayı medeniyet ekseninden okuyan Rus düşünürlerle jeopolitik düşüncenin önemli isimleri sentezleniyor ve Sovyet-sonrası Rusya’ya yeni bir emperyal vizyon çiziliyordu. Dugin’e göre tarih “piyasacı” deniz medeniyeti ile “ideokratik” kara medeniyetlerinin savaşımının tarihiydi ve günümüzde bu iki medeniyetin temsilcileri ABD ile Rusya’ydı. Dugin, ABD emperyal gücünün karşısına, kara medeniyetinin temsilcileri olan ülkelerden müteşekkil bir Avrasya İmparatorluğu fikri ile çıkılması gerektiğini düşünüyordu.

Gerçekten de 1990’ların sonundan itibaren ABD ile Rusya Avrasya coğrafyasında yeniden karşı karşıya geldiler ve bu karşı karşıya geliş, ABD-SSCB kamplaşmasına atıfla “Yeni Soğuk Savaş” ya da 19.yüzyıldaki İngiltere-Rusya mücadelesine atıfla “Yeni Büyük Oyun” olarak adlandırıldı. Bu dönemde ABD, Rusya’nın hala tam anlamıyla güçlenmemiş olması nedeniyle ardı ardına hamleler yaptı. Yalnızca Avrasya ve Ortadoğu’nun askeri kontrolünü sağlayacak olan Irak ve Afganistan işgalleriyle yetinmedi, NATO’yu genişletti, Balkanlarda kendi nüfuzunu kurdu, Orta Asya cumhuriyetlerinde kendine bağlı isimleri iktidara getirdi ve Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna gibi ülkelerde renkli devrimler aracılığıyla “liberal darbeler” gerçekleştirdi. Rusya ise tüm bu sürece ancak 2008 yılında düzenlediği Gürcistan operasyonuyla kısmi bir yanıt verebildi. Putin’in, Dugin’in jeopolitiğe dair fikirlerine değer verdiği ve bu fikirlerin halen Rus dış politikasının belirlenmesinde etkili olduğu biliniyor.

***

Küresel görünümü ana hatlarıyla bu şekilde ortaya koyduktan sonra Türkiye’ye geçebiliriz sanıyorum. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor, karşı-devrim de olsa bütün devrimler bir domino etkisi yaratırlar. Renkli devrimlerde de benzer bir süreç yaşandı ve DSP-MHP-ANAP koalisyonu bize özgü bir renkli devrimle, kitleler işin içerisine katılmaksızın, Kemal Derviş-İsmail Cem-Hüsamettin Özkan üçlüsüyle devrildi. Hesaplanan bu üçlünün iktidarı almasıydı ama onun yerine 3 Kasım 2002’de AKP iktidara geldi ve Avrupabirlikçilik, Amerikancılık ve neo-liberalizm başlıklarında büyük sermaye ve askeri-sivil bürokrasi ile uzlaştı. Sosyalist solun ve sınıf mücadelesinin son derece güçsüz olduğu bu dönemde, AKP’nin karşısında ulusalcılar ve milliyetçilerden oluşan bir düşünsel cephe şekillendi ve “anti-emperyalist” bir söylemi dillendirdi. ABD ve AB yerine Rusya, Çin ve İran’la bir müttefiklik ilişkisine gidilmesini savunan bu cephe, medya tarafından Kızılelma Koalisyonu olarak adlandırıldı. Dışarıda Avrasya ittifakını savunan bu koalisyon, içeride ise kendisini Kemalizm/cumhuriyetçilik ve AKP karşıtlığı üzerinden var etti. Koalisyonun asker içerisindeki unsurları 2003–2004 yıllarında darbe planları yaptılar ancak bu planları hayata geçiremediler. Sonrasında ise “sivil toplum” alanına geçtiler ve AKP’yi bu şekilde devirmeyi amaçladılar. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçilme sürecine eşlik eden Cumhuriyet Mitingleri milyonları sokağa dökmeyi başardı ama siyasal önderlikten yoksun olduğu için bir iktidar değişikliğiyle sonuçlanmadı, 22 Temmuz seçim sonuçları ve sonrasındaki Ergenekon operasyonu ise Attila İlhan’ın “dip dalgası” olarak adlandırdığı ulusalcılık için sonun başlangıcı haline geldi.

Bu noktada tüm bu yaşanılanlara “iç savaş diyebilir miyiz” sorusunu sormak gerekiyor. İç savaşı, halk yığınlarının sokakta birbirini boğazlamaları ya da sınıfların barikatlar arkasında çarpışması olarak algılıyorsak, elbette ki bir iç savaştan söz etmemiz mümkün görünmüyor. Ancak iç savaşı, eski rejimin savunucuları ile yeni bir rejim inşasına girişen güçler arasındaki bir değerler/paradigmalar savaşı olarak kavramsallaştırdığımızda, iç savaştan söz edebiliyoruz, kitleler olmaksızın icra edilen bir savaş!

Buna ister karşı-devrim, istersek de Gramsci’ye atıfla pasif devrim diyelim, her iki durumda da karşımızda savaşan taraflar bulunuyor. Bir yanda birinci cumhuriyetin değerlerini savunup 1923 paradigmasını sahiplenen ve buna uluslararası düzlemde Avrasyacılığı ekleyen eski rejim yanlıları ve öte yanda 1923 paradigmasını reddederek Türkiye’nin küresel sistem içerisindeki yerini günümüz şartlarına uygun bir şekilde revize etmek isteyen, ikinci cumhuriyetçi AKP/cemaat-sermaye-bürokrasi koalisyonu. Taraflar arasında elbette ki ikinciler lehine büyük bir güç dengesizliği var ama savaşın hegemonik niteliği taraflardan ilkinin de güçlüymüş gibi gösterilmesini gerektiriyor çünkü savaşın yeni rejim inşasına katkı yapabilmesi için Ergenekon/darbe hayaletinin sürekli ortalıkta dolanması gerekiyor.

Üniversite rektörlerinin ve ordu komutanlarının bir bölümü halen cezaevinde olan, askerlerinin ve polislerinin intihar ettiği, medyası iktidarca ele geçirilmiş, polisin orduya karşı bir güç olarak örgütlendiği, herkesin telefonlarının dinlendiğinden şüphelendiği, bürokrasinin kadrolaşma ile birlikte tek parti rejiminin bir uzantısı haline geldiği, yargısı ile yürütmesi arasında bir ideolojik mücadelenin sürdüğü, hızla totaliterleşen bir ülkede yaşanılanları adlandırmak için iç savaştan daha geçerli bir kavram bulunuyor mu elimizde? Ya da şöyle soralım: Gelecekte “Türkiye’nin 2000’li yılları” başlıklı araştırmalar yapılacak, tezler yazılacak olsa, bu çalışmaların “iç savaş” kavramsallaştırmasına/soyutlamasına başvurmadan olan biteni açıklaması mümkün olabilecek mi?

Sürecin tam ortasından, yaşananlara dair teorik bir çerçeve çizmenin ve bunu da bir köşe yazısında yapmanın sakıncaları bulunuyor elbette. Fakat katı olan her şey öylesine çabuk buharlaşıyor ki, yapılacak teorik/politik müdahalenin bu çabukluğa eşlik etmesi gerekiyor. O halde düşünmeye, anlamaya çalışmaya, tartışmaya ve bunların çıkarımlarını siyasal alana taşımaya daha büyük bir hızla devam etmekten başka bir çare bulunmuyor, bunun için hepimizin aklına, kolektif bir akla ihtiyaç bulunuyor.