Hem muktedir hem muhalif

Yazar Amin Maalouf Tayyip Erdoğan’ın Arap dünyasındaki popülerliğinin nedenini “Gazze gibi konulardaki muhalif tutumu” ile açıklamış. Maalof’un çok da yanlış bir tespit yaptığını söyleyemeyiz sahiden de hem ülke içinde hem de dışında Erdoğan’ın popülaritesi ile muhalifliği arasında doğrudan bir ilişki var ve bu muhaliflik, üzerine düşünülmesi gereken bir nitelik taşıyor.

Galip Yalman 2002 yılında Praksis dergisinde yayınlanan bir yazısında (i) Türkiye’deki liberal söylemi “muhalif ama hegemonik” şeklinde tanımlar. Söylemin muhalifliği “Osmanlı’dan bu yana değişmediği varsayılan, toplumdan kopuk, toplumun taleplerine duyarsız ve ona hükmeden, gücü kendinden menkul bir devlet imgesine karşı tavır almasından” hegemonik niteliği ise “gerek bu imgeyi gerçekliğin kendisi gibi göstermedeki başarısından, gerekse de piyasa ve sivil toplumu bireysel özgürlüklerin gerçekleştirildiği, devletten bağımsız olarak var olan alanlar” şeklinde sunmasından ve böylelikle kamuoyunu belirlemesinden kaynaklanmaktadır.

Daha AKP iktidara gelmemişken, 80’lerin ikinci yarısı ve 90’ların tamamına damgasını vuran liberal söylem, sahiden de bu yıllar boyunca kendisini muhalifmiş gibi sunmayı başarmıştır. Bu söyleme göre, Türkiye’nin yaşadığı bütün krizlerin temelinde devletin büyük, hantal ve ağır işleyen bürokratik yapısı bulunmakta ve bu hantal yapı ekonomiye müdahale ettikçe ekonomi krizlere sürüklenmektedir. O halde yapılması gereken bellidir: Ekonomi ile siyaset ayrıştırılmalı, devlet küçültülmeli, devletin ekonomiye yönelik müdahaleleri engellenmeli ve piyasa mekanizması esas belirleyici hale gelmelidir. Ancak böyle olduğunda ekonomi sağlıklı bir şekilde işleyebilecek ve bir kriz yaşamayacaktır.

Muhalifmiş gibi görünen bu söylemin hegemonik niteliği açıktır: Devletin sınıfsal karakterini ve sosyal niteliklerine sınıf mücadeleleri neticesinde ulaştığını saklamakta, bu sosyal niteliklerin ortadan kaldırılmasının sermayenin lehine ve geniş halk yığınlarının aleyhine olduğunu gizlemekte, bu nedenle de kapitalist hegemonyanın devamına hizmet etmektedir.

Söz konusu söylemin kökenlerinin, toplumsal ve siyasi yapısı ile “küçük Amerika” olma yolunda hızla ilerleyen bu topraklarda değil, o çok özenilen büyük ağabeyde, yani Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunduğunu bilmek pek de şaşırtıcı olmayacaktır. Her ne kadar liberal terimi ABD’de, “sol”a işaret etmek için kullanılsa da, piyasacılık anlamındaki evrensel tanımıyla söylendiğinde liberalizmle muhafazakârlığın eşsiz bir bileşimini oluşturan bu söylem, ABD’de Cumhuriyetçi Parti tarafından dillendirilir ve partinin tabanını oluşturan taşralı, orta sınıf, beyaz, Anglo-Sakson kökenli ve Protestan kitlelerce benimsenir.

Söylemi ABD’de muhalif kılan “devlet karşıtı” tutumudur. Bu liberal-muhafazakâr söyleme göre devlet, sosyal devlet adı altında insanların yani taşralı orta sınıfların servetlerinin bir bölümüne haksız yere el koymakta, yoksullukla mücadele etmeye çalışarak tanrının iradesine müdahale etmekte ve insanları tembelliğe itmektedir. Bu nedenle devlet, ekonomiye hiçbir şekilde müdahale etmemeli, olabildiğince az vergi almalı ve sosyal niteliklerinden bütünüyle arındırılmalıdır.

Söylem, en uç noktalarında, ABD’yi, “komünist tek dünya devleti” kurmak isteyen gizli güçlerin yönettiği iddialarına kadar varır. Buna göre, kimi solcuların da abartılı bir şekilde küresel kapitalizmin asli unsurları olarak gördükleri Bilderberg, Triliteral Komisyon, Dış İlişkileri Konseyi gibi yarı gizli örgütler global bir senaryonun yürütücüleridirler, Pentagon, CİA, FBI gibi kuruluşlar bunların hizmetindedir, IMF ve Dünya Bankası bu örgütlere bağlı olarak çalışır ve bu örgütleri yöneten masonlarla Yahudilerin esas amacı global bir komünist diktatörlük kurarak, başta taşralı orta sınıf olmak üzere, bütün bir ABD halkını köleleştirmektir. (ii)

Bizim kapitalizmi gördüğümüz yerde komünizmin görülmesine bakarak, tüm bunların birer deli saçması olduğunu düşünebilirsiniz, ki sahiden de öyledirler lakin bu, söz konusu söylemin milyonlarca ABD’li tarafından bir hakikat olarak kabul edildiği gerçekliğini değiştirmez. Örneğin, geçtiğimiz günlerde yapılan ara seçimlerde önemli bir başarı sağlayan Tea Party Movement (çay Partisi Hareketi) 2009 yılında Cumhuriyetçi’lerle birlikte Obama’nın sağlık reformu tasarısını protesto etmek için Washington’da bir protesto gösterisi düzenledi ve yaklaşık iki milyon kişinin katıldığı eylemde “ABD komünist olmayacak” pankartları açıldı. Protestocular Obama’nın sosyalist olduğu konusundaki fikirlerinde ise hayli ciddiydiler ve sosyalizm karşıtlıklarını “özgürlük” vurgusu ile dile getiriyorlardı. Tea Party’nin seçimlerdeki başarısının arkasında, işte tam da sözünü ettiğimiz bu “muhalif” tutum bulunuyor hareket kamu harcamalarının azaltılmasını ve vergi oranlarının düşürülmesini talep ediyor, aynı zamanda kürtaj karşıtlığını, serbest cinsellik karşıtlığını, siyah düşmanlığını ve militarizmi söyleminin merkezine yerleştiriyor.

Birebir örtüşmese de, benzer bir devlet algısının Türkiye’de gerek sağ siyasetçilerde gerekse sağın tabanını oluşturan kitlelerde özellikle son otuz yıldır mevcut olduğu söylenebilir ve sağın “muhalifmiş gibi yapmasını kolaylaştıran tam da bu algının bizzat kendisidir. Erdoğan, sürekli olarak bürokrasiden, sanki iktidarının dışında bir bürokrasi olabilirmiş gibi, şikâyet ederken, ya da liberal-muhafazakar yayın organlarından “vesayet rejimi, statüko, jakoben zihniyet” gibi kavramlar gece gündüz zihinlere boca edilirken bu algı ve bu algının hakikatmiş gibi yansıtılması işbaşındadır.

Buna göre, AKP iktidarı aslında türban sorununu çözmek istemektedir ama statüko izin vermemektedir, statüko izin vermediği için Kürt sorunu çözülememektedir, vesayetçi zihniyet, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemektedir, Türkiye’nin son elli yılında işlenen cinayetlerin hepsinin arkasında Ergenekon isimli bir örgüt vardır vs…

İşte bu noktada Erdoğan’ın ve AKP’nin “muhalif ama hegemonik” söylemi devreye girmektedir. Devlet küçültüldükçe ekonomik krizler engellenecek, bu da halkın yararına olacaktır, medyadaki, devletteki ve iş dünyasındaki elitler tasfiye edildikçe cumhurla cumhuriyet bütünleşecektir, AKP “göbeğini kaşıyan adam”ların, “bidon kafalılar”ın, yani elitlerin aşağılayıp dalga geçtiği ezilenlerin, yoksulların, mağdurların siyasi temsilcisidir ve onlar uğruna gerçek iktidarla, yani devletle mücadele etmektedir, dolayısıyla ülkede tek bir gerçek muhalif parti ve tek bir muhalif lider vardır, o da AKP ve Erdoğan’dır.

Erdoğan bu muhalif pozisyonun elini nasıl da güçlendirdiğini çok iyi bildiği için halkın karşısına her çıktığında, Aydın Doğan’ı, Bekir Coşkun’u ya da son örnekte görüldüğü üzere Oktay Ekşi’yi hedef almaktadır, çünkü onlar muhafazakâr orta-alt sınıflar açısından bakıldığında Türkiye’deki gerçek iktidarı sembolize etmektedirler ve Erdoğan onlara muhalefet etmektedir. Bu ise gerçek iktidarın kimde (sermayede ve AKP’de) olduğunu gizlemeye hizmet etmektedir.

Muhalifmiş gibi yapan muktedirin karşısında, gerçekten muhalif olanın söylemi ve bu söylemin kitlelerin hakikatlerine hangi araçlarla temas edip, onları nasıl dönüştüreceği… Bunun üzerine daha çok düşünmemiz, daha çok tartışmamız, daha çok şey üretmemiz gerekiyor.

---

(i) “Tarihsel Bir Perspektiften Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Rölativist Bir Paradigma mı hegemonya Stratejisi mi?”, Praksis, sayı 5, 2002.
(ii) ABD siyasetinin ve toplumunun sağcı niteliği ile ilgili olarak John Mİcklethwait ve Adrian Woolridge’in “Sağcı Ulus Amerika’da Muhafazakâr Güç” isimli kitabına bakılabilir. Kitap Salyangoz Yayınları’ndan ve 2007 yılında çıkmış.