Hala nasıl bir arada yaşayabiliyoruz ya da çoğunluğun apolitizmi

Bu sorunun bir yanıtı olmalı, bu soruya bir yanıt bulmalıyız. “Hala nasıl bir arada yaşayabiliyoruz”, soru derken bunu kastediyorum.

Ülkede tam otuz yıldır bir savaş sürüyorsa yirmi yaşındaki Türk ve Kürt çocukları dağbaşlarında ölüyorsa ülkenin dört bir yanında omuzlar tabut taşımaktan, kollar kürek sallamaktan, gözler ağlamaktan ve toprak genç ölüleri ağırlamaktan yorulmuşsa örgütlenmiş kötülük, öyküleri ad ve soyadlarının baş harflerinden ibaret kız çocuklarına tecavüz edip hayatı zindan ediyorsa sınırsız bir zenginlik sınırsız bir yoksullukla arsızca dalga geçiyorsa sermaye, bir seri katil misali düzenli olarak iş cinayetlerinde işçilerin canını alıyorsa birileri Alevilerin evlerinin kapılarına işaretler koyuyorsa 66 aylık her çocuk potansiyel birer imam ve hatip olarak görülüyorsa…

Ve tüm bunlara rağmen, hala hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyor, yiyip içip gülebiliyorsak sokakta hala kan gövdeyi götürmüyorsa piyasalar, borsalar, bankalar, banka kredileri ve televizyon dizilerinden ibaret bir hayat, koskoca bir yalan saltanatı olarak varlığını sürdürebiliyorsa, bu soruya bir yanıt bulmalıyız.

“Hala nasıl bir arada yaşayabiliyoruz” sorusunu “niye hala birbirimizi boğazlamıyoruz” tarzı bir vahlanmayla, bir hayıflanmayla, bunun gerçekleşmesine dair bir istekle sormadığım anlaşılıyor olmalı. Esas niyetim, bu ülkede bunca fay hattı varken ve bu ülkede toplum zihinsel anlamda böylesine kutuplaşmışken hala neden bir deprem olmadığını, niye bir kırılma yaşanmadığını anlamak.

Bu sorunun yanıtının, en azından bizler için “bu toprakların engin hoşgörüsü”, “toplumumuzun yüksek sağduyusu” ya da “birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günler” olmadığını biliyoruz, o halde yanıt başka bir yerde olmalı.

Yanıtın “çoğunluğun apolitizmi” olduğunu söylememiz mümkün görünüyor bu, hala birbirimizi boğazlamıyor oluşumuza dair şansımız ve fakat aynı zamanda “hala şarabımızı vermek için üzüm gibi” eziliyor oluşumuza dair şanssızlığımız.

İlk bakışta, zihinsel olarak böylesine kutuplaşmış bir toplumun aynı zamanda ileri derecede apolitizmle malul olduğunu söylemek bir çelişki gibi görünse de aslında öyle değil. Kutuplaşma günümüz Türkiye’sine ait bir hakikat olsa da çoğu kez zihinsel düzeyde kalıyor ve politik bir eylemliliği beraberinde getirmiyor Kürtler dışarıda tutulursa, herkes pasif bir konum almayı ve kendi gettolarında yaşamayı tercih ediyor, mecbur olmadıkça diğerlerine “bulaşmamaya” çalışıyor.

Apolitizm derken bahsettiğim tam da bu “bulaşmama hali” yani politik olmamayı değil, aktif politikadan, eylemlilikten ve örgütlülükten olabildiğince uzak durmayı ve politik meseleleri “büyüklerimiz halleder” düzeyinde, pasif bir şekilde kavramayı kastediyorum.

Apolitizmin temelinde Türkiye toplumunun yaklaşık yüzde 65’lik diliminin, yani önemlice bir çoğunluğunun, kendisini milliyetçi ve muhafazakâr olarak tanımlaması bulunuyor. Bu çoğunluk, kendisini iktidarla ve devletle öylesine özdeşleştiriyor ki, hınç duyduğu diğer toplum kesimlerine karşı, nasıl olsa devletin gerekeni yapacağına duyduğu inançtan hareketle, devletin çağrısına icabet etmeyi gerektiren kimi istisnai durumlar dışında herhangi bir tepkide bulunmuyor, özerk örgütlenmeler kurma yoluna gitmiyor ve bir eylemlilik içerisine girmiyor.

Türkiye toplumunun yukarıda sözünü ettiğim apolitikliğinin ya da aynı anlama gelmek üzere “pasif politikliğinin” gerisindeki en önemli nedenlerden biri, elbette ki örgütsüzlüğü. Sendikalı sayısını çalışan nüfusa oranladığımızda ortaya çıkan tablo, bu durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Günümüz Türkiye’sinde, milyonlarca emekçi ya hiçbir şekilde sendikalı değil ya da artık ücret sendikacılığı bile yapmayan, yeni rejimin hegemonyasına hizmet eden tabela sendikalarına üye. Tam da bu nedenle, ülke tarihinin emeğe yönelik en büyük saldırı dalgasına karşı herhangi bir yanıt verilmesi mümkün olamıyor.

Benzer bir örgütsüzlük halinin Aleviler için de geçerli olduğunu söylemek mümkün. Yüzlerce yıldır uygulanan politikalardan sonra Alevilerin büyük bir bölümünün sindirilmesinin başarıldığını, yani arzulananın gerçekleştirildiğini söyleyebiliyoruz. İktidarın Alevilere yönelik söylemi, cemevlerine dair yasal düzenlemeler, kapılara konulan işaretler, Alevilerin çok azında bir tepki yaratıyor. Tehlikenin farkında olunsa da bu, beraberinde herhangi bir örgütlenmeyi ve eylemliliği değil aksine, içe kapanmayı ve sessizleşmeyi getiriyor çünkü ne kadar görünmez olunursa tehlikeden o kadar uzak olunacağı düşünülüyor.

Çoğunluğun apolitizminin ya da pasif politikliğinin gerisinde bir de medar-ı maişet, yani geçim derdi bulunuyor. Aldıkları kölelik ücretine rağmen tüketimin örümcek ağına düş(ürül)müş milyonlar, kredi kartları, hesap ekstreleri ve tüketici kredileriyle o ağın içinde debelenip dururken ve hem varoluş sebepleri hem de esas kaygıları o ağ olmuşken, başlarına “yeni belalar” almak istemiyorlar. Üstelik piyasa, iktisadi faaliyet ve tüketim, ironik bir şekilde, hangi etnik, dini ya da sınıfsal kökenden olursa olsun insanların eşitsiz bir şekilde de olsa birbirleriyle iletişime geçtiği yegâne alanı oluşturuyor.

Çoğunluğun apolitizminin, beraberinde bir tür toplumsal ataleti, kayıtsızlığı ve samimiyetsizliği getirdiğini söylemek mümkün. Asker ölümlerinin bir seferde çift haneli sayılara ulaşmasına dahi artık tepki veremeyen, bırakın barış istemeyi, savaşmaya bile takati, feri olmayan, düşüncelerini ve hislerini en fazla sanal âlemde ifade edebilen, hastalıklı ve yalandan bir savaş dilini ancak internetteki forum sayfalarında, okuyucu yorumlarında ve sosyal medya ağlarında dile getirebilen bir tipolojinin bugün Türkiye toplumunun çoğunluğunu oluşturduğunu söyleyebiliyoruz.

İlk başta da belirttiğim gibi bu tipoloji, bu apolitik çoğunluk, şansımız ve şanssızlığımız. Hala Yugoslavya, hala Ruanda olmayışımızın gerisinde bu var: Türkiye toplumunu dağılmaktan, çözülmekten çoğunluğun apolitizmi koruyor. Fakat tam da bundan ötürü, sahici bir toplumsal muhalefet, hakikatin peşine düşme, çekilen acıların hesabını sorma ve bundan kaynaklanan bir kutuplaşma bir türlü söz konusu olamıyor. Hal böyle olunca da bu toplum belki de sadece bir tek futbolda sahici, hakiki ve samimi bir şekilde kutuplaşabiliyor, ölmeyi ve öldürmeyi göze alabiliyor

Türkiye toplumunun çoğunluğun apolitizmi nedeniyle birbirini boğazlamıyor oluşunun ilelebet sürüp gitmeyeceğini, bu apolitizmin kolaylıkla manipülasyona maruz bırakılıp birtakım kirli siyasi projelere alet edilebileceğini akılda tutmamız gerekiyor. Linç girişimleri, BDP binalarına yönelik saldırılar ve Alevi evlerine konan işaretler böylesi bir olasılığın ipuçları olarak karşımızda duruyor. Kürt sorunu, Suriye’de yaşananlar ve Ortadoğu’nun bütününü kapsayan savaş tehlikesi gibi nedenlerle Türkiye bir göktaşı misali hızla bunun mümkün olabileceği bir konjonktüre doğru ilerliyor.

Bu ilerleyişin nasıl engellenebileceği üzerine kafa yormak, öncelikli görevlerimizden birini oluşturuyor.