F Tipi, 4/C ve Hayatın Hapishaneleştirilmesi

“İktidar hayatı hedef aldığında, hayatın kendisi, iktidara direniş olur.”

Gilles Deleuze

İsmi, zalimlerin mizah anlayışını yansıtması için midir bilinmez, “Hayata Dönüş” olarak konulan operasyonun sonucunda yüzü aşkın siyasi mahkûm yaşamını yitirmiş, F Tipi cezaevlerine karşı yapılan ölüm orucunda da yüzlerce insan ölmüş, sakat kalmış, ya da hafızasını yitirmişti.

F tipi, örgütlü ve kolektif bir hayatı cezaevlerinde de sürdürmek isteyen siyasi mahkûmların tam da bu isteklerine karşı düzenlenmiş bir cezaevi modeliydi. F tipi, tecrit aracılığıyla, cezaevine koşullarına siyasal bir bilinçle katlanmayı ve bu bilinci dayanışma pratiklerine dönüştürmeyi sağlayan bütün mekanizmaların ortadan kaldırılması demekti.

F tipi, aynı zamanda siyasi mahkûmların bedenleri ve zihinleri üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmayı hedefliyordu. 24 saat kameralarla izlenen bir hücre, mahremiyetin yok olması, her hareketinin, gaz çıkarmadan mastürbasyona kadar her insani hareketinin izleniyor olduğunu bilmenin mahkûma verdiği tedirginlik, hücrenin elektriğinin, suyunun, havalandırma sisteminin tamamen mahkûmun kontrolü dışında oluşu, tüm bunların disipline aykırı bir davranış tespitiyle birlikte gardiyanlar tarafından kesilebilmesi, herhangi bir şey asmanın yasak olduğu ve insanı delirtmek dışında nasıl bir amacı olduğunu sorabileceğimiz, bomboş, bembeyaz, ses geçirmeyen duvarlar... Mahkûmların döndürülmesi hedeflenen hayat işte buydu!

Operasyonun üzerinden geçen yılların ardından F tipi terimi, önce bir dini cemaatin polis içerisindeki örgütlenmesini, daha sonrasında ise aynı cemaatin devlet içerisindeki kadrolaşmasını tarif etmek için kullanılmaya başlandı, Ergenekon sürecinde ise cemaatin kod adı olarak kullanılacak ve örneğin F tipi operasyonlardan bahsedilecekti.

Bu noktada, bir cezaevi modeli olarak F tipi ile cemaatin gücünü ve iktidarını kodlamak için kullanılır hale gelen F tipini bir arada kullanabilir ve cemaati de aşan F tipi bir rejimden, hayatın hapishaneleştirilmesini ve cemaatleştirilmesini hedefleyen bir yeni düzenden söz edebilir miyiz?

Bu soruyu yanıtlayabilmek için biraz geri gidelim ve Marx’ın Kapital’in ilk cildinde söylediklerini hatırlayalım. Marx, modern fabrika sisteminin ortaya çıkışını, emeğiyle geçinmek zorunda kalan kitleler için tam bir yıkım süreci olarak tarif ediyordu. Sanayileşme ile birlikte yalnızca yetişkin erkekler değil, kadınlar ve çocuklar da kapitalist üretim sürecine dâhil edilmişler ve vahşi bir sömürüye maruz bırakılmışlardı. Modern fabrika sistemi aynı zamanda emeğin bağımlılığın tamamlanışı anlamına da geliyordu bu süreçte işçi otomatlaşmakta ve makinenin bir parçası haline gelmekteydi. Bu ise işin, yani emek sürecinin bir askeri disiplin içerisinde örgütlenmesini ve işçilerin iş saatleri içerisindeki bütün faaliyetlerinin mutlak bir şekilde gözlemlenip kontrol edilmesini gerektiriyordu.

Fransız düşünür Foucault, bir Marksist olmasa da, Marx’ın çalışmalarından aldığı ilhamla, modern Batı toplumlarındaki kapatma mekanizmaları üzerine odaklanan eserler kaleme aldı. Foucault modern iktidarın kendisini kapatma mekanizmaları üzerinden var edebildiğini ve toplumsal alanı bu şekilde kontrol ettiğini gösterdi. Buna göre modern iktidar işçileri fabrikaya, delileri kliniğe, askerleri kışlaya ve öğrencileri okula kapatıyor, iktidar teknolojilerini bu kurumlar üzerinden icra ediyordu. Batı toplumları, 20. yüzyılın son otuz yılında, Gilles Deleuze’ün “denetim toplumları” olarak tanımladığı bir veçheye kavuştu ve iktidarın bu kapatma mekanizmalarının ötesine geçerek toplumsal yaşamın bütün gözeneklerine sirayet etme imkânına kavuştuğu bir durum ortaya çıktı.

Ayrıca 11 Eylül saldırıları ile birlikte süreklileştirilmiş bir olağanüstü hal rejimine geçildi bu, en basitinden, kamusal alanın her noktasının, metro istasyonlarından caddelere, bankalardan hastanelere her noktasının, tıpkı hapishanede olduğu gibi, kameralar aracılığıyla sürekli olarak gözetim altında tutulması, bütün telefonların, mail yazışmalarının ve internet üzerinden yapılan konuşmaların izlenebilmesi demekti.

Peki 20.yüzyılın son otuz yılının aynı zamanda bir neoliberal karşı-devrim süreci olması bir tesadüf müydü? Asla! Toplumun mutlak kontrolü arzusu, neoliberal karşı-devrimin bir parçasıydı. İşçi sınıfının, devrimin ve savaş karşıtı hareketin hayaletinin 60’lar boyunca Batı’nın üzerinde dolaşmasına verilmiş bir yanıt olarak neoliberal karşı devrim, bir yandan toplumsal alana ilişkin yeni gözetleme ve denetim mekanizmaları oluşturuyor, öte yandan ise kolektif bütün varoluş biçimlerine, işçi sınıfının örgütlü kesimleri nezdinde saldırıyordu. Bu nedenle neoliberal karşı-devrim üretim sürecini öncelikli hedef olarak seçti ve üretimin dev fabrikalarda nitelikli, kadrolu ve güvenceli çalışan işçilerce gerçekleştirildiği fordist birikim tarzına savaş açtı. Üretim hızla esnekleştirildi ve böylelikle iş güvencesi bir kural olmaktan çıkarıldı, tam zamanlı çalışmanın yerini yarım zamanlı/part time çalışma aldı ve böylelikle sınıf içi rekabet artırıldı, taşeronlaşma aracılığıyla fabrikaların ölçeği küçültüldü ve böylelikle işçilerin devasa kitleler halinde bir araya gelmelerinin ve örgütlü hareket edebilmelerinin önü kesilmiş oldu. Bu, denetimin ve gözetimin toplumsal alanın tümünü kuşatması arzusu anlamında, hayatın hapishaneleştirilmesi anlamına geliyordu, demek ki kolektif ve örgütlü varoluş biçimlerine yönelik saldırı ile varoluşun mutlak kontrolü birbirinden ayrıştırılabilir süreçler değildi.

Yukarıda sorduğumuz sorunun, “F tipi bir rejimden, hayatın hapishaneleştirilmesini ve cemaatleştirilmesini hedefleyen bir yeni düzenden söz edebilir miyiz” sorusunun cevabına biraz daha yaklaşmış durumdayız. Ancak bu noktada neoliberal karşı-devrim bağlamında örgütlü olana saldırı ile varoluşun kontrolü arasında kurduğumuz bağlantıyı ülkemiz özgülünde somutlayabilmek için bir terime daha başvurmamız gerekiyor: TEKEL direnişinin gündemimize soktuğu 4/c terimine!

4/c “zamanın ruhu”na ve karşı-devrime dair bütün ipuçlarını bünyesinde barındırıyor: Neoliberal karşı-devrimin “yürütmeyi hızlandırma” ilkesine uygun bir şekilde, yasa ile değil bir kanun hükmünde kararname ile yürürlüğe konuluyor. Kamu kurum ve kuruluşlarının özelleştirilmesi neticesinde işsiz kalan/kalacak olan işçileri kapsıyor. 4/c ile işçiler işçi ile memur statüsünün dışındaki bir “gri bölge”ye bir “belirsizlik mıntıkası”na dâhil ediliyor ve böylelikle iş hukukunun dışında bırakılmış oluyorlar, bu dâhil oluş sendika üyesi olamamayı da beraberinde getiriyor. İşçiler düşük ücretlerle, yılın belli sürelerinde çalıştırılıyorlar, sonrasında ilişikleri kesiliyor ve böylelikle iş güvenceleri ortadan kaldırılmış oluyor. İşçilere fazla çalışmaları karşılığında bir ücret ve işten atılmaları durumunda herhangi bir tazminat ödenmiyor.

Görülüyor, 4/c “ücretli kölelik düzeni”nin mutlak tesisi anlamına geliyor ama yalnızca bu değil 4/c, kapitalizmin bütün bir işçi sınıfını içerisine dâhil etmek istediği bir mekanizma, bir kapitalist ütopya niteliği de taşıyor, F tipi bir rejimi 4/c’den ayrı düşünmek mümkün olamıyor. Şu anda kadrolu ve güvenceli olarak çalışan emekçilere ise Marx’tan esinlenerek “de te fabula narratur” /”anlatılan senin hikâyendir” demek gerekiyor.

Artık sorumuzu yanıtlayabiliriz zannediyorum: İktidarın total bir şekilde tüm toplumsal yaşamı kuşatması, onu mutlak bir şekilde gözetleme ve denetleme arzusu, tüm kolektif varoluş biçimlerini ve örgütlülüğü yok edip, cemaatleşmeyi kolektif olanın tek biçimi olarak dayatması anlamında F tipi bir rejimden bahsetmemiz mümkün görünüyor. Burada F tipi, hem kişiyi örgütlü hayatından koparıp atomize etme ve onu iktidarın mutlak denetimine tabi kılma anlamında hayatın hapishaneleştirilmesini, hem de kişinin ait olabileceği tek kolektif varoluş biçiminin dini cemaatler olması anlamında hayatın cemaatleştirilmesini anlatıyor, hapishaneleştirme ve cemaatleştirmeyi birini diğerinden ayırarak anlamak mümkün olmuyor.

NOT: Yazıya epigraf olarak koyduğumuz ve Gilles Deleuze’e ait olan söz TEKEL direnişi esnasında direniş alanına asılan pankartlardan birinde yazıyordu. İşçiler 78 gün boyunca hayatı bir direniş biçimi olarak yaşadılar, sadece iktidara karşı değil, soğuğa, hastalığa ve ölüme rağmen de bedenlerini ve varoluşlarını direnişin kendisi haline getirdiler. 4/c’ye karşı başlayan TEKEL eylemi bir süre sonra düzenin kendisine, hayatı hapishaneleştirmek ve cemaatleştirmek isteyen düzenin kendisine yönelik bir eylem halini aldı, TEKEL eyleminde hayatın kendisi Deleuze’ü doğrularcasına iktidara karşı direniş oldu.