En uzun Ağustos: Antep saldırısının izinde

1 Ağustos 2012 tarihli gazetelerde yayınlanan haberlere göre Kilis Valisi Yusuf Odabaş ve Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey, Kilis’te Suriyeli mültecilerin kaldığı kampları denetledikten sonra korumalarıyla birlikte sınırın Suriye tarafına geçtiler ve Özgür Suriye Ordusu komutanlarıyla bir süre sohbet edip fotoğraf çektirdikten ve bir televizyon kanalına özel röportaj verdikten sonra Türkiye topraklarına geri döndüler.

Türkiye ile Özgür Suriye Ordusu arasındaki ilişki uzunca süredir zaten bir sır değildi ancak Özgür Suriye Ordusu’nda kontrolün giderek küresel mücahitlere geçiyor ve mücahitlerin arasında Türklerin de bulunuyor olduğuna ilişkin haberler kamuoyunun gündemine ilk kez aynı ay içerisinde, yani 2012 Ağustos’unda gelecekti. Ünlü Ortadoğu uzmanı gazeteci Robert Fisk Halep izlenimlerini yazdığı “Suriye Ordusuna Karşı Türk Savaşçılar” isimli yazısında şöyle diyordu: “Adının açıklanmasını istemeyen General, ‘Fare bunların hepsi’ dedi. ‘Keskin nişancılarla bize ateş açıyor, sonra kaçıp kanalizasyona saklanıyorlar. Yabancılar: Türkler, Çeçenler, Afganlar, Libyalılar, Sudanlılar.’”

Bir süredir Batı basınında Türkiye ile Özgür Suriye Ordusu ve bünyesindeki İslamcı militanlar arasındaki ilişkiye dair yapılan haberler sıklaşmıştı zaten. Örneğin, Robert Fisk’in yazısından birkaç gün önce Washington Post gazetesinde, El Kaide bağlantılı El Nusra Cephesi isimli örgütün lideriyle yapılan bir röportaj yayınlanmış ve liderin ağzından örgütün Türkiye’den destek aldığı yazılmıştı. Türkiye’deki merkez medya ise Türkiye topraklarının El Kaide üssü haline gelişini Batı basınından haftalar sonra görecekti.

Türkiye, Ağustos ayı içerisinde, geçtiğimiz haftalardaki yazılarımızda “taşeron savaşı” olarak adlandırdığımız stratejiye uygun bir şekilde üzerine düşen rolü yerine getirip sadece askeri alanda değil diplomatik alanda da faaliyetlerini hızlandırırken ve bu faaliyetin bir parçası olarak da Birleşmiş Milletler’den Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan edilmesini talep ederken, Türkiye’ye en sert yanıt Rusya ve Çin’den gelecek ve iki ülke de böyle bir girişime izin vermeyeceklerini belirteceklerdi.

Suriye’deki küresel güç mücadelesinin en önemli taraflarından biri olan İran ise Türkiye’yi Genelkurmay başkanı Hasan Firuzabadi’nin ağzından uyaracaktı. 7 Ağustos 2012 tarihli haberlere göre Firuzabadi şöyle diyordu: “Büyük Şeytan'ın (ABD’nin) savaş planlarına yardımcı olmak, Suriye'ye komşu ülkeler için doğru bir temel değildir. Eğer onlar bu temelde hareket ediyorlarsa, o zaman şunu bilmeliler ki, bir sonraki seferde, sıra Türkiye ve diğer ülkelere gelecektir.”

İran’ın “Büyük Şeytan’la işbirliği” iddiaları elbette ki temelsiz değildi. 11 Ağustos 2012 tarihli gazete haberlerine göre Hillary Clinton “düşüşü hızlandırmak” için Türkiye’ye gelmişti. Beş ay içerisinde üçüncü kez Türkiye’ye gelen Clinton’a göre Davutoğlu’yla birlikte “bir yandan Esad'ın düşüşünü hızlandırmaya çalışırken, diğer yandan acil müdahale gerektiren insani krize de cevap vermeye” çalışıyorlardı. Clinton‘ın ziyaretinde kurulması kararlaştırılan ortak çalışma grupları ise 22 Ağustos’ta ABD heyetinin Türkiye’ye gelişiyle birlikte faaliyetlerine başlamışlardı.

Clinton Türkiye’yi ziyarete hazırlanırken Davutoğlu da boş durmuyordu elbette. Tıpkı Suriye’deki gibi Irak’ta da mezhepçi ve etnisist bir politika izleyen yeni-Osmanlıcı strateji uyarınca Irak’taki merkezi hükümeti devre dışı bırakmaya çalışan Davutoğlu, Ağustos ayı içerisinde, daha önce petrol anlaşması imzaladıkları Barzani’yle Erbil’de görüştükten sonra merkezi hükümetin haberi ve izni olmaksızın Kerkük’e geçiyor ve Bağdat yönetimi buna sert tepki veriyor, hatta Davutoğlu’nun tutuklanabileceğinden söz ediyordu. Medya ise hadiseyi “tarihi Kerkük ziyareti” olarak görmeyi tercih edecekti.

İşte Gaziantep’teki bombalı saldırı yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız bir bölgesel ve küresel konjonktürde, “en uzun Ağustos”ta cereyan etti. Saldırının ardından bütün gözler “olağan şüpheli” PKK’ya çevrilecek, PKK ise bayram süresince eylem yapmama kararı aldıklarını ve bütün birimlerin de buna uyduklarını söyleyerek saldırıyı reddedecekti. Devlet ise saldırının üzerinden fazlaca bir süre geçmeden, emrin kim tarafından verildiğinden aracın kimler tarafından çalındığına, yardım ve yataklığı kimin yaptığından eylemin hangi birimlerce gerçekleştirildiğine dair bütün “bilgileri” kamuoyuna açıklayacak ve saldırganların bir bölümünün yakalandığını duyuracaktı.

Peki saldırıyı PKK mı gerçekleştirmişti yoksa bu saldırının arkasında başka güçler mi vardı?

Bu sorunun yanıtını kesin olarak verebilecek durumda değiliz çünkü yukarıdaki tablodan da anlaşılabileceği gibi ortada çok aktörlü ve son derece karmaşık bir mücadele var. Türkiye’yi yönetenlerin taşeron savaşında üstlendikleri rol, Türkiye topraklarını savaşın diğer aktörleri açısından çok açık bir şekilde hedef haline getiriyor, dolayısıyla emin olduğumuz tek şey saldırının Suriye’de yaşananlarla doğrudan ilgisi olduğu ve ancak o şekilde anlaşılabileceği. Biz de bu bağlamda kimi olasılıklar üzerinde duracağız.

Öncelikle Suriye’nin geçtiğimiz Temmuz ayında gerçekleşen ve rejim açısından büyük bir darbe anlamına gelen Şam saldırısına bir yanıt vermek için böylesi bir saldırıyı düzenlediği düşünülebilir. Böylesi bir tahmin, saldırıda İran ve PKK’nın Suriye’ye destek vermiş olma olasılığını dışlamamalıdır. Şamil Tayyar’ın “Antep, Şam’ın rövanşı” açıklaması bu nedenle ciddiye alınması gereken bir itiraf olarak görülebilir.

İkinci olarak, Türkiye’yi bir an önce Suriye’ye çekmek isteyen Özgür Suriye Ordusu ve bünyesindeki İslamcı örgütlerin saldırıyı düzenlemiş olma ihtimalinden söz edilebilir. Antep’in ÖSO militanlarının üslerinden biri olması, sınır kapısından kente kolayca girip çıkabilmeleri, bomba yüklü araçla saldırının El Kaide ve türevlerine ait bir alamet-i farika niteliği taşıması gibi faktörler bu ihtimali hayli güçlendirmektedir.

Üçüncü bir ihtimal, İsrail’in, İslamcı örgütler muhalefetin kontrolünü bütünüyle ele almadan Türkiye’yi Suriye’ye sokmak istemesidir. İsrail’in İran’ın nükleer tesislerini bu yıl içerisinde vuracağına dair haberler iyice artmışken ve İran’ın bu saldırıya karşı yapacağı misillemede en büyük kozunun Suriye’deki BAAS rejimi ve Lübnan Hizbullah’ı olacağı düşünüldüğünde böyle bir ihtimalin göz ardı edilmemesi gerektiği söylenebilir. Böylesi bir durumda, ABD devleti içerisindeki neocon güç odaklarının da İsrail’le birlikte hareket etmiş olduklarını düşünebiliriz.

Son olarak ise eylemi doğrudan PKK’nın yapmış olması ihtimalinden bahsedilebilir. PKK, bölgesel gelişmelerin de etkisiyle uzunca bir süredir devam ettirdiği şiddeti yükseltme ve derinleştirme stratejisi bağlamında devleti masaya elini zayıflatarak oturtmayı amaçlıyor olabilir. Sivillerin de hedef olabileceği büyük çaplı eylemlerin bu amacın bir parçası olarak örgütün gündemine gelmiş olması ihtimaller dâhilindedir. Yine bu saldırıyla PKK, Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan Kürt öz yönetim bölgesine yapılacak bir müdahaleye izin vermeyeceği yönündeki erken uyarı niteliği taşıyan bir mesajı da Türkiye’ye iletmiş olabilir.

Anlaşılacağı üzere Antep saldırısına giden yol ulusal, bölgesel ve küresel dinamiklerin karmaşık etkileşimleriyle, çok sayıda aktörle ve çok sayıda plan, strateji ve taktikle örülmüş durumdadır. Bu nedenle de Antep saldırısının küresel bir saldırı, küresel mücadelenin bir parçası olarak analiz edilmesi gerekmektedir.

Saldırının bu niteliği, kim tarafından gerçekleştirilmiş olursa olsun esas sorumlunun emperyal heveslerle Türkiye’yi sonu felaketle bitebilecek bir maceraya sürükleyen iktidar olduğuna işaret etmektedir. Antep saldırısının esas sorumlusu Türkiye’ye biçilen taşeron imparatorluk rolünü oynamaya hevesli yeni-Osmanlıcı zihniyettir. Tam da bu nedenle günümüz Türkiye’sinde emperyalizme karşı verilecek mücadele öncelikle yeni-Osmanlıcılığa karşı verilecek mücadele anlamına gelmektedir.