Düzen Siyaseti, Kutuplaşma ve Sol

Türkiye gibi kapitalistleşme sürecine geç girmiş ve yarı sömürge karakterinden bir türlü kurtulamamış ülkelerde düzen içi siyasetin esas belirleyeni kapitalist dünya sistemine nasıl dâhil olunacağı meselesidir. Düzen siyasetindeki taraflar esas olarak bu dâhil olma/eklemlenme sürecinde belirgin bir niteliğe kavuşurlar ve iç siyasette alacakları konumu da bu sürece göre belirlerler dolayısıyla düzen içi kutuplaşma da bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Türkiye’de bu kutuplaşmanın, daha yirminci yüzyılın başında, Osmanlı’daki Jön Türk muhalefeti monarşinin nasıl devrileceğini tartışırken şekillendiğini söyleyebiliriz. 1902’de Paris’te yapılan Jön Türk kongresinde merkeziyetçi/pozitivist Ahmet Rıza kanadının istibdat rejiminden kurtulmak için dahi olsa her türlü dış müdahaleye karşı olduğunu açıklamasına mukabil, liberal ve muhafazakâr Prens Sabahattin kanadının emperyalist güçlerle işbirliğini açıkça savunması ayrışmanın temelini oluşturacak ve İttihat ve Terakkinin ana damarı Ahmet Rıza çizgisi doğrultusunda şekillenecektir.

Ancak İttihat-Terakki’nin de homojen bir örgütlenme olarak düşünülmemesi gerekir. Liberalizmin Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden biri olan Cavit Bey’in İttihat-Terakki’nin değişmez maliye bakanı olduğu bir gerçekliktir. Ancak aynı İttihat Terakki içerisinden bir süre sonra Parvus Efendi, Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimler çıkacak ve Cavit Bey’in “bırakınız yapsınlar”cılığına karşı Milli İktisat yaklaşımını savunacaklardır. Cavit Bey ve diğer liberallerin Osmanlı’nın dünya sistemi içinde emperyalist işbölümüne uygun bir şekilde hammadde ithalatçısı bir ülke olarak yer almasını istemelerinin karşısına, Milli İktisatçılar bir sanayileşme ve kalkınma programı ile ve milli bir burjuvazi yaratılması hedefi ile çıkacaklardır.

Dünya sistemine nasıl dâhil olunacağına ilişkin düzen içi kutuplaşma Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminde de devam edecektir. Milli Mücadele esnasında Sovyetlerle olan ilişkiler, halkçılık programı ve anti-emperyalizm gibi başlıklar, ilk meclisteki Birinci Grup’la İkinci Grup arasındaki ihtilafın temelini oluşturacaktır. Birinci Grup’un Cumhuriyet Halk Fırkasına evrilmesinden sonra da, daha millici bir iktisat politikası izlemek isteyenlerle, İş Bankası çevresinde toplanan ekip arasında uzun bir zaman dilimine yayılan ve ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra biten bir mücadele yaşanacak, mücadeleden İş Bankası’nın temsil ettiği burjuvazi zaferle çıkacaktır.

Özellikle 1930’lar ve 40’larda, kapitalizmin büyük buhranı ile birlikte devletçi politikalara geçişin ardından, Kadro dergisi ve bürokrasi içerisindeki bir kanat, hem bir yandan Sovyetler’le yakınlaşmayı hem de devletçi politikaları radikalleştirmeyi isteyecek, ancak tasfiye edileceklerdir Kadro dergisinin Celal Bayar ve İş Bankası çevresinin yoğun çabaları neticesinde kapatıldığı bilinmektedir. Benzer bir şekilde, 2.Dünya Savaşı’nın bitmesine yakın, savaş sonrası Türkiye ekonomisine bir yön tayin etmesi için Sovyetler Birliği’nden heyetler Türkiye’ye davet edilecek, hatta Şevket Süreyya Aydemir öncülüğünde devletçi bir plan hazırlanacak, ancak CHP yönetimi ABD’den başka bir heyet davet edecek ve ABD’li iktisatçıların önerileri doğrultusunda dünya sistemine eklemlenmeyi kabul edecektir.

Bu bağlamda, DP’nin 14 Mayıs 1950’de iktidara gelişi, savaş sonrası CHP politikalarının mantıksal sınırlarına doğru götürülmesinden başka bir şey değildir DP yönetimi CHP’nin Türkiye’yi IMF üyesi yapmasına, NATO mensubu olmayı da dâhil edecektir. Aynı şekilde emperyalist işbölümü hiyerarşisine uygun bir şekilde, Türkiye’nin sanayileşmesi bütünüyle geri plana itilerek bir tarım ülkesi olması sağlanacaktır.

27 Mayıs’ı yapanlar, ABD büyükelçiliğinin kapısından “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” yazan bir bildiri atmışlarsa da, Türkiye’nin emperyalist hiyerarşi içerisindeki yerini değiştirmek yönünde önemli bir adım atmışlardır. 60’lı ve 70’li yılların planlamacılığının, kalkınmacılığının ve ithal ikameciliğinin temelinde tam da bu adım vardır, 27 Mayısçılar dünya sisteminden kopmayı hiçbir zaman düşünmemiş olmakla birlikte Türkiye’yi hammadde değil sınaî ürün ihracatçısı bir konuma getirmeyi amaçlamışlardır. Buna aynı zamanda özgürlükçü bir anayasa ve sosyal haklar eşlik edecek, sol, ülkeye 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan girecektir.

60’ların ortalarından itibaren solun yükselişi ile birlikte düzen içi kutuplaşma radikalleşmek zorunda kalacaktır. Çünkü dünya sisteminden kesin bir kopuşu ve sosyalist kampa dâhil olmayı arzulayan sol, düzen içi kutuplaşmanın iki yanını da radikalleşmeye zorlayacaktır. Ecevit’e “toprak işleyenin, su kullananın” dedirten de, faşist hareketi Gladio’nun ve Pentagon’un tetikçisi haline getiren de bu radikalleşmedir sol, denkleme dâhil olmuş ve kutuplaşmayı derinleştirmiştir.

Solu bu denklemden çıkarmak için yapılan 12 Eylül darbesi ile birlikte siyasetin bizzat kendisi apolitikleştirilecek, düzen içi kutuplaşmadaki açı giderek daralacaktır. Özal’ın neoliberal programı, Çiller, Yılmaz, Ecevit gibi isimlerce kimi nüansları göz ardı ederek söylersek bütün bir 90’lar boyunca devam ettirilecektir.

2000’lerde ise, CHP’nin, IMF’nin eseri olan 2001 krizinden sonra, bir Dünya Bankası çalışanı olan Kemal Derviş’i 2002 seçimlerinde vizyona çıkarması ya da krizin iktidar yaptığı AKP’nin iktidara geldikten sonra IMF politikalarının taşıyıcılığını üstlenmesi örneklerinde görüleceği üzere, iki taraf arasında iktisat politikaları bağlamında, neredeyse hiçbir fark kalmayacaktır.

"Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanı seçilmesi bu daralan açıyı yeniden açacak mıdır”, temel meselemiz ve sorumuz budur. Sosyal demokrasinin, CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun sınırları bilinerek sorulan bu soru, “Türkiye dünya sisteminden kopacak mıdır” anlamına gelmemektedir.

Soru açıktır: Neoliberal politikaların otuz yıldır bir amentü gibi kabul edildiği düzen siyasetinde, sosyal devlet vurgulu bir siyasi söylem ile sadaka devleti vurgulu bir siyasi söylem, devletçi/kalkınmacı bir söylem ile piyasacı bir söylem, düzen içi kutuplaşmanın temel gösterenleri haline gelecek midir?

Şimdiden evet ya da hayır diye yanıtlayamayacağımız bu soru önemlidir. Çünkü böylesi bir temel gösteren haline geliş, hem sınıf hareketinin hem de Türkiye solunun elini güçlendirecektir. Piyasacılığın ve özelleştirmeciliğin meşruiyetinin daraldığı, kamuculuğun itibar kazandığı, emek, sendika, örgüt gibi kavramların yeniden konuşulur hale geldiği bir konjonktür, doğru bir strateji uygulandığında, sınıf hareketine ve sola alan açacaktır.

AKP’nin neoliberalizm üzerinden sıkıştırıldığı ama CHP’nin de neoliberalizm karşıtlığına bir sınır çekmek zorunda kalacağı böylesi bir konjonktürde sol, düzen içi kutuplaşmaya müdahil olarak, kitlelerin taleplerini radikalleştirmeyi ve bu talepleri düzen dışı, anti-kapitalist bir siyasal hatta eklemlemeyi başarabilir.

60’larda 27 Mayıs’ın açtığı kapıdan siyasal alana giren sol, belki de yeni bir yükseliş dalgasını bu kutuplaşmanın açacağı kapıdan girerek gerçekleştirecektir.