Carl Schmitt, İstisna Durumu ve Anayasa Değişikliği

Genç Siviller yine son derece “yaratıcı” bir eyleme imza atıp İstanbul Barosu’nun düzenlediği Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü törenine üstünde “Carl Schmitt Nurnberg Barosu” yazan bir çelenk gönderdiler. Çelengin üzerine yazılan isim ilk bakışta doğru bir tercih gibi görünüyordu, çünkü Alman anayasa hukukçusu ve siyaset felsefecisi Carl Schmitt daha 1920’li yıllarda liberalizmin ve parlamenter demokrasinin ölümünü ilan etmiş ve eserleri itibariyle her ikisinin de teori alanındaki en önemli mezar kazıcılarından biri olmuştu. Ancak Genç Siviller Schmitt’i seçerken “ufak” bir ayrıntıyı atlamışlardı. Bu, Schmitt’in şeytani deha ve zekâsına haksızlık yapmak pahasına da olsa söylemek gerekirse, kendileriyle Schmitt arasındaki müthiş benzerlikti: Nasıl ki Schmitt Nazi rejimini hukuk üzerinden meşrulaştırıp rejimin ideolojik alandaki inşasına önemli bir katkıda bulunmuşsa, Genç Siviller de kurulmakta olan ve diktatoryal nitelikleri haiz bir rejim inşasına kendilerince ideolojik bir katkı sunmaktaydılar.

Konumuz Genç Siviller değil elbette, sadece Schmitt’in anayasa tartışmalarına dair teorik kimi saptamalarda bulunmak için önemli bir çıkış noktası olabileceğini düşündüğümüzden yazıya böyle bir giriş yaptık. Bu noktada “bir Nazi hukukçusunun 1920’li ve 30’lu yıllarda yazdıkları bugünü anlamak için nasıl bir önem taşıyor” şeklinde bir soru sorulabilir. Bu soruyu yanıtlayabilmek için Schmitt’in egemenlik tanımına ve “istisna hali” ya da aynı anlama gelmek üzere “olağanüstü hal” kavramına başvurmamız gerekiyor. Schmitt’e göre “egemen istisna durumuna karar verendir”. İstisna durumu burada sıradan bir olağanüstü hali ya da bir sıkıyönetim durumunu değil, devletin bekasının son derece büyük bir tehlikeyle ve tehditle karşılaştığı bir durumu anlatır. Böyle bir durumda egemen güç bu tehlike ve tehdidi bertaraf edebilmek adına mevcut anayasal rejimi askıya alır. Örneğin Hitler iktidarı almasının hemen ardından “Halkın ve Devletin Korunması” yasasını ilan eder ve Weimar Anayasa’sının kişisel özgürlüklerle ilgili maddelerini askıya alır. Bu karar 12 yıllık Nazi rejimi boyunca yürürlükte kalır ve bu nedenle de Nazi rejiminin kendisini ancak hukukun askıya alındığı bir istisna hali rejimi olarak var edebildiği söylenebilir. İstisna halinin temel özelliği hukukun askıya alınması ise başka bir özelliği de yasama yürütme ve yargı arasındaki ayrımının kaldırılması, dolayısıyla kuvvetler birliğidir.

İtalyan filozof Giorgio Agamben 1.Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanmakta olan sürecin istisna halinin süreklileşmesi olduğunu söyler. O zamandan bu yana Batı demokrasilerinde parlamentonun gücü açık bir şekilde erozyona uğramış ve parlamentolar yürütmenin çıkardığı kanun hükmünde kararnamelerin onaylandığı yerler haline gelmiştir. Dolayısıyla da cumhuriyet artık Agamben’in söylediği gibi “parlamentoya değil, yürütme erkine dayalıdır.” (Giorgio Agamben, İstisna Hali, s. 27.)

Sürekli istisna halinin uluslararası hukuk alanındaki yansıması için 11 Eylül sonrası yaşanan gelişmelere bakmak gerekmektedir. 11 Eylül sonrası dünya, küresel egemen güç ABD’nin uluslararası hukuku askıya aldığı ve sürekli istisna halini ilan ettiği bir dünyadır. Örneğin, 13 Kasım 2001 tarihinde ABD başkanı George Bush tarafından çıkarılan kararnameye göre ABD vatandaşı olmayan terör zanlıları kendileri için kurulmuş olan özel mahkemeye çıkarılana kadar süresiz bir şekilde alıkonulabilirler, Cenevre Sözleşmesi’ndeki haklardan yararlanamazlar ve ABD ceza hukukuna göre yargılanma talebinde bulunamazlar. Dolayısıyla da “hiçbir hukuki statüleri yoktur ne savaş esiri, ne adi tutuklular, ne de siyasi mahkûmlardır. Saf bir anomi oluştururlar.” (Jean-Claude Paye, Hukuk Devletinin Sonu, s. 45.)

Parlamentonun giderek işlevsizleşmesi ve yürütme erkinin güçlenmesi Marksist düşünürlerce de gözlemlenmiş olgulardır. Nicos Poulantzas 1979 yılında yayınlanan “Devlet, İktidar ve Sosyalizm” isimli çalışmasında, “alabildiğine güçlü bir parlamento ve hemen hemen namevcut bir yürütme erkiyle donatılmış bir liberal devlet”in tarih boyunca zaten hiç görülmediğini ve tekelci kapitalizmin başlangıcından beri yürütme erkinin güçlendirilme eğiliminin devrede olduğunu söylese de, batı demokrasilerinin yeni bir fenomenle karşı karşıya olduğunu belirtmektedir. (s.243) 1970’li yıllardan itibaren parlamento, yasa önerme inisiyatifini neredeyse kaybetmiş ve söz konusu inisiyatif yürütmenin eline geçmiştir. Poulantzas bu süreci “otoriter devletçilik” olarak adlandırır ve otoriter devletçiliğin “yürütme erkinin dorukları tarafından yüksek idareye el konulması ve yürütmenin idare üzerinde artan siyasi denetimiyle belirginleştiğini” söyler. (s. 251) Bu sürece bir “egemen devlet partisi”nin zorunlu ortaya çıkışının eşlik ettiğini söyleyen Poulantzas bu partinin görevlerini tarif ederken adeta AKP’yi işaret etmektedir: Egemen kitle partisi devlet idaresini birleştirmek ve türdeşleştirmek görevini üstlenir, idarenin farklı kolları arasındaki uyumu sağlamayı amaçlar ve bürokratik aygıtı denetimi altına alır.

Hardt ve Negri, devletteki bu dönüşümü neoliberalizmle bağlantılandırırlar. Neoliberal söylem, refah devleti mekanizmalarını tasfiye etmek adına her ne kadar devletin küçültülmesi söylemine başvuruyorsa da bu açıkça ideolojik bir nitelik taşımaktadır. Refah devleti, Batı’da 1980’li yıllar boyunca emeğin kuruluş yapısından dışlanması ve tam istihdam çabalarının sona ermesi anlamında yıpranmışsa da “devletin iktisadi ve sosyal mekanizmalara müdahalesi bakımından mercek altına aldığımızda” hayli güçlenmiş görünmektedir ve neoliberal devlet eskisinden çok daha güçlü bir devlettir. (Dİonsysos’un Emeği, s. 345) Devlet refah devleti niteliğini yitirdikçe, sermayenin karlılığı ve esas olarak da toplumsal asayişin sağlanması adına giderek daha da müdahaleci bir kimliğe bürünmekte ve böylelikle de bir milli güvenlik devletine dönüşmektedir. Bu ise istisna halinin süreklileşmesi ile doğrudan ilgilidir, kapitalist devlet aygıtı artık kendisini ancak sürekli bir istisna durumu ile ve bu istisna durumunun kontrolüyle var edebilmektedir.

Küresel kapitalizmin Türkiye topraklarındaki yürütme aygıtı görevini üstlenen AKP’nin sekiz yıllık iktidarını neoliberalizmin dünyadaki pratiğinden ayırarak anlamak mümkün değildir. AKP Türkiye’yi iktisadi, siyasi ve toplumsal alanda hızla dönüştürmekte, IMF-Dünya Bankası terminolojisi ile söylendiğinde süreklileşmiş bir “yapısal uyum” programını uygulamaktadır. AKP, 24 Ocak Kararları ile Türkiye ekonomisinin liberalleştirilmesi ve 1982 Anayasası ile de yürütme erkinin güçlendirilmesi sürecini varabileceği son noktaya doğru taşımaktadır. Son sekiz yıl hayatın her alanının piyasa egemenliğine tabi kılınması ile devlet aygıtının bütün gücünün Erdoğan şahsında tek adamda toplanmasının tarihi olarak da okunabilir. Bu anlamıyla anayasa değişikliği kalıcı bir istisna durumunun resmi ilanı anlamına gelecek ve “bütün iktidar Sovyetler’e” sloganına atıfla söyleyecek olursak bütün iktidarı AKP’ye verecektir, bu ise hiç şüphesiz yeni bir rejim anlamına gelmektedir.

Yazıyı Carl Schmitt’le aynı dönemde yaşayan Marksist filozof Walter Benjamin’den yapacağımız bir alıntıyla bitirelim. “Ne yapmalı” sorusuna verilmiş bir yanıt olarak okuyabileceğimiz bu alıntıda Benjamin şöyle der: “Ezilenlerin geleneği, bize içinde yaşadığımız ‘istisna durumunun’ gerçekte kural olduğunu öğretir. Yapmamız gereken, bu duruma uygun düşecek tarih kavramına ulaşmaktır. O zaman gerçek anlamda istisna durumu’nun oluşturulması, gözümüzde bir görev niteliğiyle belirecektir böylece de faşizme karşı yürütülen kavgadaki konumumuz, daha iyi bir konum olacaktır.”