Arzu ve İktidar: Neden hep sağ kazanır?

Demokrat Parti’nin “yeter söz milletindir” diyerek iktidara gelmesinin üzerinden tam 62 yıl geçti. O zamandan bugüne merkez sağ partilerin iktidar serüvenlerine baktığımızda ortaya şöyle bir manzara çıkıyor: 1950’den 1960’a kadar Demokrat Parti (DP) ve Adnan Menderes, 1965’ten 1980’e kadar çeşitli aralıklarla ve bazen tek başına bazen ise koalisyon ortaklarıyla Adalet Partisi (AP) ve Süleyman Demirel, 1983’ten 1991’e kadar Anavatan Partisi (ANAP) ve Turgut Özal, 1991-2002 arası değişik genel başkanlar ve koalisyon ortaklarıyla ANAP ve Doğru Yol Partisi (DYP), 2002’den bugüne ise Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve Recep Tayyip Erdoğan.

Bu manzaranın ortaya koyduğu sonuç ise şu: Darbe dönemlerindeki kesintilerle CHP’nin, DSP’nin ve Refah Partisi’nin koalisyon ortaklı ve kısa dönemli iktidarlarını saymazsak, Türkiye’yi son 60 yıldır merkez sağ partiler yönetiyor, koalisyonsuz hükümetleri ancak sağ partiler kurabiliyor, bir merkez sağ partinin alternatifi yine başka bir merkez sağ parti oluyor ve her darbe döneminin ardından yeni bir merkez sağ parti iktidara geliyor. 27 Mayıs’ın ardından DP’nin mirasçısı AP iktidar olurken, 12 Eylül darbesinin ardından ANAP’ın ve 28 Şubat “postmodern darbesinin” ardından ise AKP’nin iktidar olduğunu görüyoruz.

Peki ama niye, neden Türkiye’de sağ her zaman kazanır ve tam da bu nedenle kendisini hep milli iradenin gerçek temsilcisi olarak göstermeyi başarır? Bu soruya bir köşe yazısının boyutlarını fazlasıyla aşacak genişlikte yanıtlar verilebilir elbette ben ise burada bir tür giriş niteliği taşıyan bir yanıt geliştirmeye çalışacağım.

Yanıtımın özünü iktidarla arzu arasındaki ilişki oluşturuyor iktidarla arzu arasındaki ilişkiyeyse şöyle bakmamız gerekiyor: İktidar asla basitçe bir baskı mekanizması değildir, iktidar ilişkileri sadece şiddet ve zor üzerine kurulmaz, asıl mesele rızayı/onayı sağlamaktır ve iktidar, rızayı ancak kitlelerin arzularına seslenebildiği, yeni arzular üretebildiği, onları yönlendirebildiği ve manipüle edebildiği sürece sağlayabilir. Türkiye’de merkez sağ partiler tam da bunu yapmayı başarmaktadırlar: Sağ, arzuları üretip yönlendirerek kendi iktidarını yeniden üretir ve kitlelerin rızasını bu şekilde sağlar.

Söylediklerimizi somutlaştırmaya Demokrat Parti (DP) iktidarından başlayalım. DP, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminin ardından kurulur ve çok geçmeden iktidara gelir. Savaş boyunca zaten zayıf olan Türkiye ekonomisi daha da zayıflamıştır, savaş tehlikesi nedeniyle yüz binlerce kişi silah altına alınır, ordunun iaşesi için yeni vergiler çıkarılır ve bu vergiler başta köylülük olmak üzere en çok yoksul halk kitlelerini vurur. Savaş yıllarında CHP’nin küçük burjuva radikalizminden kaynaklı reform girişimlerine de tanıklık edilir özellikle 1930’lardan itibaren dinin kamusal alandan dışlanmasına yönelik politikalar hız kazanmış durumdadır, bunu sembolize eden en önemli icraat ise ezanın Türkçeleştirilmesidir.

Dolayısıyla savaş bittiğinde tek parti iktidarına yönelik büyük bir toplumsal öfke söz konusudur hem yoksulluktan kaynaklı hem de dinsel içerik taşıyan bir öfke. Bu noktada DP’nin slogan olarak “yeter söz milletindir”i seçmesi son derece bilinçli görünmektedir. DP kendisini, “halkı sömüren ve ona yabancılaşmış batıcı elitlerin karşısında halkın gerçek temsilcisi” olarak sunar. Tam da bu nedenle ilk icraatı halkın dinsel arzularına seslenmek açısından sembolik önemi son derece büyük olan ezanı yeniden Arapçalaştırmak olur 1950 Türkiye’sinde mütedeyyin kitlelere verilebilecek bundan daha etkili bir mesaj düşünülemez.

DP’nin ve Menderes’in kitleler nezdinde gördüğü teveccühün tek nedeni elbette ki din değildir. DP, 2.Dünya Savaşı bitiminin genişleyen ekonomi koşullarında iktidara gelir. Türkiye ekonomisi zaten savaş sonrası büyüme trendine girmiştir ve DP buna ABD yardımlarıyla birlikte tarımda makineleşmeyi ekler. Tarımsal gelişmeyle birlikte sözcüğün modern anlamında bir ulusal pazar ortaya çıkmaya başlar. Köylüler para ekonomisiyle tanışırlar ve piyasa ilişkilerine dâhil olurlar kitlelerin arzusu para ve piyasa üzerinden üretilir ve yönlendirilir. Menderes’in bugün hala köy kahvehanelerinde fotoğrafları asılı olan bir efsane haline gelişinde idam edilmiş olması kadar tarımın piyasalaşması da etkilidir.

1965’te Süleyman Demirel iktidara geldiğinde ülkede 27 Mayıs darbesinin iktisat politikaları, yani ithal ikamesi ve planlama hâkimdir. Temelinde “kalkınma paradigması” bulunan İthal ikameci modelle amaçlanan, yurtdışından alınmakta olan malların ülke sınırları içerisinde üretilmesidir ekonominin devlet eliyle planlanması ise bu amaca hizmet edecektir. İthal ikamesinin temelinde iç pazarın geliştirilmesi bulunur, çünkü üretilen ürünler öncelikle ülke sınırları içerisinde talep edilecek ve tüketilecektir. Demirel, kalkınma paradigmasının hâkim olduğu bu zaman diliminde kendisini “barajlar kralı” olarak sunar buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon gibi mallar bu dönemde üretilir ve bunların tüketilebilmesi için çalışan kesimlerin ücretleri görece yüksek tutulur. Tüm bunlar yapılırken planlama yavaş yavaş gevşetilir ve serbest piyasa ekonomisinin toplumsal genişlemesi hızlandırmaya çalışılır. Demirel’in veciz ifadesiyle söylendiğinde “vatandaşa plan değil pilav lazım”dır. Türkiye toplumunda tüketimin bir “arzu nesnesi” haline gelişinin başlangıcı bu dönemde aranmalıdır.

Aynı Demirel 1970’lerde ülkeyi “komünizm ve anarşizm tehdidi”nden koruyacak bir figür olarak ortaya çıkar. Yükselen toplumsal muhalefete karşı Demirel Milliyetçi Cephe koalisyonlarını kuracak, giderek bir iç savaş veçhesine kavuşan toplumsal kutuplaşmada, hem büyük burjuvazinin hem de milliyetçi-muhafazakâr kitlelerin komünizm korkusundan kaynaklı asayiş ve istikrar arzularını manipüle etmeye çalışacaktır. “Huzur” ve “asayiş” dönemin gözde sözcükleridir ve aynı zamanda kimse Demirel’e “sağcılar cinayet işliyor” dedirtemeyecektir.

12 Eylül darbesinden sonra iktidara gelen Özal döneminde piyasa ve tüketim kitlelerin esas arzu nesnesi haline getirilecektir. İthalat ve ihracatın serbestleştirilmesiyle birlikte kitleler vitrinlerde daha önce görmedikleri ürünleri görürler ve onlara sahip olabilmek arzusu yaşamlarının merkezine yerleşir. Tüketebilmek için ise elbette ki paraya ihtiyaç vardır ve tam da bu nedenle, çalışmadan, emek vermeden, kısa yoldan zengin olma, yani köşeyi dönme kitlelerin ortak arzusu haline gelir. Borsa, döviz ve hisse senedi eksenli mali spekülasyon araçlarının da devreye girmesiyle birlikte mekanizma büyük ölçekte tamamlanır. Köşe dönme arzusuna kamusal olan her şeyin kötülenmesi ve özel olan her şeyin yüceltilmesi eşlik eder, özelleştirme bir felsefe halini alır, makbul olan tek özgürlük ise girişim özgürlüğüdür. ANAP iktidarı boyunca piyasa ilişkilerinin toplumsal yaşayışın temel hakikati ve arzunun üretildiği yer haline gelişi süreci büyük ölçüde tamamlanacaktır.

Özal şortla asker denetleyerek sivil bir lider imajı verir, “İcraatın İçinden” programında elindeki dolmakalemle anlattığı projelerle yarı işadamı-yarı politikacı bir kimliği temsil eder, zenginleri sever, muhafazakâr ve liberaldir, ABD başkanlarının yakın dostudur, İngilizce bilir ve dünyayı tanır. Özal’ın kişiliğinde yaşadığı dönemin ruhu tecessüm eder.

Siyasal İslam’ın ve Kürt hareketinin düzene meydan okuduğu, düzenin bir hegemonya kriziyle karşı karşıya olduğu ve üstelik buna ekonomik krizlerin de eşlik ettiği bütün bir 90’lar boyunca istikrarlı arzu üretim projelerine ve bu projelerin sahibi siyasal öznelere rastlamak çok kolay olmayacaktır. Süleyman Demirel 90’ların başında “demokratikleşme ve Kürt sorununa çözüm” söylemiyle, Tansu Çiller “Kürt sorununu askeri yöntemlerle çözme” söylemiyle, Erbakan neoliberal politikaların alternatifi olarak sunduğu “adil düzen” projesiyle ve Ecevit Öcalan’ın yakalanmasının rüzgârıyla iktidar olmayı başarırlarsa da, kalıcı ve istikrarlı bir hegemonya tesis edemezler.

Merkez sağın “yeni uzun iktidarı” ise 3 Kasım 2002 seçimleriyle birlikte başlayacaktır. AKP, 28 Şubat restorasyonunun temizlediği bir siyasal düzlemde rakipsiz bir parti olarak iktidara gelir. 2001 ve 2002 krizlerinin etkilerinin hala hissedildiği bir konjonktürde sosyal adaletçi bir söylemi dillendirir. Türkiye’nin AB üyelik sürecini hızlandırarak buradan bir hegemonik proje üretmeye çalışır ve kitlelerin Avrupa standartlarında bir yaşam arzusuna hitap eder. TOKİ mekanizması aracılığıyla alt ve orta sınıflar arasında hayli yaygın olan ev sahibi olma arzusunu geniş kesimler nezdinde mümkün kılar. Gelir dağılımında ya da toplumsal refahta gözle görülür bir artış sağlamasa da ekonominin yeniden bir krize girmesini on yıl boyunca engeller. Tüm hastanelerden belli bir ücret karşılığında da olsa herkesin yararlanabilmesi, ilaçların eczanelerden alınabilmesi, öğretim yılının başında masa üzerine bırakılan kitaplar ve öğrencilere dağıtılan tabletler gibi basit ama etkili yöntemlerle toplumsal arzunun buraya denk düşen kısmını tatmin etmeyi başarır.

Erdoğan ise toplumun farklı arzularını kişiliğinde birleştiren bir lider olarak karşımıza çıkar. O hem vatandaşa “ananı da al git” diyebilecek ölçüde otoriter bir baba figürüdür, hem de Aydın Doğan’a, TÜSİAD’a, “vesayetçi elitler”e ve İsrail’e diklenebilen “Kasımpaşalı kabadayı ağabey” figürüdür. Otoriter kimliğinin yanı sıra annesinin cenazesinde ve kameraların önünde ağlamaktan çekinmeyecek kadar duygusal, insani bir portre çizer. Kitleler, onda arzularının ve korkularının bir karışımını bulurlar.

Başta da söylediğim gibi, bu yazı “sağ neden hep kazanır” sorusunu ancak bir boyutuyla yanıtlamaya çalışmakta ve giriş niteliği taşımaktadır, Türkiye’yi ve yakın tarihi anlamak için soruya başka yanıtlar da verilmeli, mesele farklı boyutlarıyla tartışılmalı ve AKP iktidarı dönemiyle ilgili çok daha ayrıntılı ve derinlikli analizlere girişilmelidir. Yapılması gereken başka bir şey ise solun tepkisellikten kurtulup arzu üretebilen, kitlelerin arzularını yönlendirebilen, dolayısıyla hegemonya kurabilen bir siyasi özne haline nasıl gelebileceği üzerine düşünmektir. 60 yıllık sağ iktidarları anlama çabasıyla, solun bir iktidar alternatifi haline nasıl geleceği sorusu üzerine düşünmek birbirinden ayrıştırılamaz görünmektedir.