Anayasa değişikliği, yeni rejim ve sol

Anayasa Mahkemesi, AKP hakkında açılan kapatma davasında AKP’nin laiklik karşıtı odak olduğuna hükmetti.

Bu, AKP’nin rejim karşıtı bir parti olduğunun kabulü anlamına geliyordu, çünkü laiklik rejimin temellerinden birini teşkil ediyordu.
Aynı mahkeme, AKP’yi kapatmak yerine para cezasına çarptırdı.

Demek ki, kendisine rejimi koruma yetkisi verilmiş en yüksek organ açısından bakıldığında, rejim karşıtı olmak, herhangi bir partinin kapatılması ve yöneticilerinin cezalandırılması için yeterli bir gerekçe değildi, para cezası ile de geçiştirilebilirdi.

O halde, Türkiye’yi, sekiz yıldır, yüksek mahkeme tarafından kapatılmamış olmakla birlikte, rejim karşıtı olduğu tescillenmiş bir partinin yönettiğini söylemekte bir sakınca bulunmuyor rejim karşıtlarının rejimi değiştirmeyi istemeleri ise gayet doğal görünüyor.

Son anayasa değişikliği girişimi, bu isteğin bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. AKP, kendisinden çok önce başlatılmış olan 1923 paradigmasının tasfiyesi ve yeni bir rejim inşası projesine sekiz yıl boyunca kazandırdığı ivmeyi, üçüncü iktidar dönemine girerken taçlandırmak istiyor.

Peki, Danıştay’ın bundan sonra özelleştirmelere dur demesinin önünü kesecek düzenlemelerden tutun da, yargıyı bütünüyle yürütmenin tahakkümüne sokacak düzenlemelere kadar, sermaye diktatörlüğünü pekiştiren ve sermayenin icra komitesi gibi çalışan iktidar partisine tek parti devletinin yolunu açan bu girişimin önünün Anayasa Mahkemesi tarafından kesilmemesine ne demeli?

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, söz konusu olan Anayasa ise, liberal hukukçuların iddia ettikleri üzere, Anayasa Mahkemesi’nin değişikliği, esastan ya da usulden, yani nasıl tartıştığının herhangi bir önemi yoktur.

Anayasa metinleri rejim kurucu metinlerdir ve söz konusu metinler rejimin mahiyetini değiştirecek bir girişime tabi kılınmakta iseler, rejimi korumakla görevli güçler, gerektiğinde hukukun dışına çıkarak anayasayı koruma görevini üstleneceklerdir.

Mesele, Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğini rejime yönelik bir tehdit olarak görmemesi ve rejimi korumak üzere harekete geçmemesidir üstelik bu değişiklik girişimi bizzat kendisi tarafından rejim karşıtı odak olarak tescillenen bir partiden geliyorken!

O halde bu köşede uzunca bir süredir iddia ettiğimizin aksine bir şekilde Türkiye’de devlet içerisinde bir rejim savaşı yoktur tespitinde bulunabilir miyiz?

“Ne de olsa Anayasa Mahkemesi değişiklikle ilgili birkaç teknik meselede iptal kararı vermiş ve değişikliğin özüne dokunmamıştır, dolayısıyla yasama ile yürütme arasında bir savaş yoktur” dememiz mümkün olabilir mi?

İlk bakışta bu tespit doğru gibi görünse de mesele o kadar basit değildir.

Türkiye’de bir rejim savaşı var derken, erklerin ve kurumların birbirleri ile mücadele etmesini değil, erklerin ve kurumların kendi içindeki mücadelelerce belirlenen bir savaşı kastediyoruz.

Yani savaş hükümetle ordu arasında değil ya da yürütme ile yargı arasında değil savaş, devletin bütün erk ve kurumlarında, eski rejimi savunanlarla, yeni bir rejim inşasına girişen güçler arasında. Dolayısıyla
a) Anayasa Mahkemesi’nin kendi içine baktığımızda iki tarafın bulunduğunu
b) Anayasa Mahkemesi’nin yüksek yargı kurumları içerisindeki taraflardan birini teşkil ettiğini, yani kendisini, içerisindeki muhalif unsurlara rağmen, siyasal iktidarın ve yeni rejimin bir kurumu olarak gördüğünü tespit edebiliyoruz.

O halde şöyle diyebiliriz: tıpkı üniversitede, orduda ve bürokrasinin geri kalanında olduğu gibi, yargı da ikiye bölünmüş durumdadır. Bunu anlamak için ise HSYK’nın ya da yüksek yargı organlarının başındaki isimlerin karara yönelik eleştirilerine bakmak yeterli olacaktır.

Taraflardan Kemalist ya da ulusalcı olarak adlandırılanların, ilkesizliği, programsızlığı, güçsüzlüğü, yönsüzlüğü vs. bu ikiye bölünmüşlük halini ortadan kaldırmaz. Güçlerin dengede olmadığı durumlarda da savaşlar cereyan eder ve bu durum uzunca bir süre devam edebilir, hele güçlü olan tarafın tahakküm ve hegemonyasına hizmet edecekse bu süre çok daha uzayabilir.

Bu noktada, “eğer anayasa değişikliği girişimi yeni rejim inşasının bir parçasıysa, eski rejim ya da 1923 paradigması, 1982 Anayasası’nda mı temsil ediliyor” şeklinde haklı bir soru sorulabilir.

Bu sorunun yanıtı ise hayırdır.

Meseleyi, dünya ve Türkiye kapitalizminin tarihsel gelişim süreçlerinden ve sınıf mücadelesinden bağımsız bir şekilde ele alamayız. 12 Mart darbesi, Türkiye işçi sınıfına geniş haklar veren 61 Anayasa’sında kısmi değişikliklere gitmiş, bunun yetersiz olduğunu anlayan 12 Eylül darbecileri ise 61 Anayasa’sını bütünüyle ilga ederek, sermayenin çıkarlarına uygun yeni bir anayasa ilan etmişlerdir. Her iki darbenin de sınıfsal niteliği açıktır.

Geldiğimiz noktada gördüğümüz şey, 12 Eylül’le ya da darbelerle hesaplaşma yönelik bir girişim değil, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle pekiştirilmek istenen sermaye diktatörlüğünün günümüz şartlarına uygun bir şekilde revize edilmesidir.

Dolayısıyla söz konusu değişiklik girişimi, tarihselliğinden soyutlanarak ele alınamaz ancak Türkiye burjuvazisinin devrim korkusuyla giderek daha despot bir karakter kazanması ve Türkiye’nin İslamize edilmesi sürecinin bir parçası olarak değerlendirildiğinde doğru bir şekilde anlaşılabilir.

Yeni rejim, eskisinin bütün gerici özelliklerinin üzerinde ve onu kapsayarak aşacak bir şekilde yükselmektedir ve anayasa değişikliği, hem bu yeni rejimin hukuki bir ifadesi olacak hem de bütünüyle yeni bir anayasa ilanına hazırlık anlamına gelecektir.

Önümüzdeki iki ay düzen siyaseti açısından her türlü provokasyona, tezgâha ve oyuna açık bir nitelik taşımaktadır ancak aynı iki ay solun sürece müdahalesine de açıktır.

Sol, kendisine evet dedirtmek isteyen sol ya da sağ liberallerle muhafazakârların ittifakına karşı bir hayır cephesini örmek durumundadır.
Ancak bu da yeterli değildir “bizim ‘hayırımız’la “ötekilerin hayırları” arasında, uzlaşmaz bir çelişkinin beslediği, temel bir fark vardır.

Bizim “hayır”ımızla, onların “hayır”ı arasındaki fark!

Önümüzdeki iki ay boyunca, Türkiye halkına anlatmamız gereken, budur.