AKP Cumhuriyeti Kurtardı mı?

Serdar Turgut, geçtiğimiz Perşembe günü HaberTürk’teki köşesinde “AKP Cumhuriyeti Kurtardı” isimli bir yazı yazdı. Turgut, Arap coğrafyasında yaşanan rejim değişikliklerinden yola çıktığı yazısında, AKP iktidara gelmeden hemen önce Türkiye’de de rejimin bugün yıkılmakta olan Arap rejimlerine benzemeye başladığını söylüyor ve şöyle devam ediyordu:

“Vatandaşlarının büyük bölümünü acımasızca ötekileştiren ve onların her türlü meşru talebini, çok küçük sayıdan oluşan bir oligarşinin taleplerini karşılamak için görmezden gelen iktidarlar döneminde cumhuriyet içten içe çökertilmeye başlanmıştı.

Merkez medyada dönemin iktidarlarıyla kurulan ahlaksız ilişkiler dolayısıyla oligarşi-medya iktidar üçgeni arasında ülkenin vatandaşları rejimden hızla yabancılaştırılıyor ve her geçen gün insanlar bir isyana doğru yaklaşıyordu. (…) Cumhuriyet sistemi AKP iktidara gelmeden önce bu anlattığım düzen nedeniyle bütün ideolojik meşruiyetini yitirmişti.”

Turgut’a göre, eğer AKP iktidara gelmemiş olsaydı Türkiye bugün “Arap Baharı’nın” içerisindeki ülkelerden biri olacaktı oysa bugün Türkiye bölgesel bir hegemon güç olma yolunda ilerlemekteydi.

Dikkatli bir şekilde okunduğunda, Turgut’un yazısının bir AKP güzellemesi olmanın ötesinde, eski ve yeni rejim, ya da aynı anlama gelmek üzere, birinci ve ikinci cumhuriyetler üzerine, muhtemelen Turgut’un kendisinin dahi farkında olmadığı son derece önemli ipuçları verdiğini söylemek gerekiyor.

Turgut, AKP iktidarının hemen öncesinde Türkiye’de rejimin varoluşsal bir krizinin eşiğinde olduğunu, rejimle halk kitleleri arasındaki bağın neredeyse tamamen koptuğunu ve rejimin meşruluğunu büyük ölçüde yitirdiğini söylüyor.

Gerçekten de AKP iktidarının hemen öncesinde, 1991 yılında DYP-SHP koalisyon hükümeti ile başlayan ve farklı parti bileşimleriyle devam eden “koalisyonlar çağı” on birinci yılına girmiş bulunuyor. Yanı sıra rejim bütün bir 90’lı yılları, kendisine yönelik iki tehditle, siyasal İslam ve Kürt hareketiyle mücadele ederek ve büyük ölçüde yorgun düşerek geçiriyor. Buna Türkiye kapitalizminin 90’lı yıllar boyunca yaşadığı iktisadi sorunlar ve 2000-2001 krizleri eklendiğinde, ortada yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği ve yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği bir “devrimci durum”un bulunduğu net bir şekilde görülüyor.

AKP, böylesi bir konjonktürde, rejimin sembolik olarak 28 Şubat 1997’de başlattığı restorasyon hamlesinin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. 12 Eylül’ün ANAP şahsında denediğini, 28 Şubat AKP ile deniyor bu nedenle ANAP’ı da AKP’yi de, rejimin krizini çözmek için yapılmış iki darbenin öz çocukları olarak görmekte bir sakınca bulunmuyor. 12 Eylül’ün varlık nedeni Türkiye solunun ve emek hareketinin siyasi denklemin dışına çıkarılmasıyken, 28 Şubat’ın varlık nedenini siyasal İslam’ın düzene entegrasyonu ve Kürt hareketinin bertaraf edilmesi oluşturuyor.

Bu noktada, Türkiye yönetici sınıfını, bir benzetme yaparak, Roma yönetici sınıfına benzetmek mümkün görünüyor. Her iki sınıf da, devletin bekası adına ve sınıfsal egemenliklerini korumak için dine sarılıyorlar. Roma, uzun yıllara yayılan bir süreçte Hıristiyanlığı devlet dini haline getirirken, Türkiye yönetici sınıfı da benzer bir şekilde devletin kapılarını İslam’a açıyor. Roma iç savaştan Hıristiyanlıkla çıkabiliyor ve Türkiye yönetici sınıfı rejimden rejime geçiş anlamında bir iç savaştan İslam aracılığıyla çıkmayı amaçlıyor. Ancak unutmamak gerekiyor, nasıl ki Roma’nın benimsediği Hıristiyanlık, dönüşerek ve devlet açısından işlevsel bir karakter kazanarak bir devlet dini haline geliyorsa, İslamileşme de Türkiye açısından benzer bir nitelik taşıyor.

İslam’ın siyasal yorumu da devletleşirken elbette biçim ve içerik değiştiriyor. Bir yandan liberalleşir ve sosyal adaletçilik vurgusundan bütünüyle vazgeçerken, öte yandan anti-emperyalist söylemini tamamen bir kenara bırakıyor ve uluslararası alanda kendisini bir taşeron imparatorluk olarak var etmeye çalışan yeni rejimin resmi ideolojisinin en önemli unsuru haline geliyor.

O halde, Turgut’un söylemiş olduğu üzere, AKP cumhuriyeti kurtarmış mı oluyor?

Soruyu açık bir şekilde hayır olarak yanıtlamak gerekiyor. AKP, birinci cumhuriyetin uzun intiharını nihayete erdiriyor, mezar kazıcılığını üstleniyor.

AKP ile birlikte, rejimin –elbette ki toplumsal mücadelelerinin sonucunda varlık kazanan- bütün ilerici damarlarına sert neşter darbeleri indirilirken ikinci cumhuriyet, birincinin anti-tezi olarak kurulmuyor, onun en çürümüş, en yozlaşmış unsurları üzerinde yükseliyor.

İkinci cumhuriyet, birincisinin kamuculuk, aydınlanmacılık, bağımsızlıkçılık gibi çok uzun zamandır aşındırılmakta olan niteliklerine son darbeyi vururken, onun sosyalizm düşmanlığı, dinselleşme vb. özelliklerini de miras ediniyor, kopuş ve süreklilik bir arada yaşanıyor.

İşte bu nedenle de AKP, rejimi bir Arap Baharı’ndan kurtarıyor belki ama bunu onu öldürmek pahasına yapıyor, rejim kitleler tarafından değil, sosyalizm düşmanlığı nedeniyle açılan kapılardan giren ve zamanla düzene entegre olan siyasal İslamcı kadrolar tarafından yıkılıyor. Rejimin kurtuluşu, ancak ölmesiyle mümkün olabiliyor.

Şimdilerde, Arap Baharı’nın sembol ülkesi Mısır’da, egemen sınıfların esas temsilcisi olma niteliğini taşıyan ordu ile Müslüman Kardeşler arasında bir uzlaşı süreci yaşanıyor. AKP’lileşmiş, AKP’ye benzeyen İslamcı hareketlere Arap coğrafyasında emperyalizm tarafından iktidarın verileceği, bu hareketlerin kitlelerin öfkesini dizginlemek ve düzen dışı bir mecraya akmasını engellemek için kullanılacağı çok açık bir şekilde görülüyor.

Belki de Arap Baharı’nın, bir Arap ülkesi olmayan Türkiye’de, yıllar önce, AKP iktidarı ile birlikte başladığını söylemek gerekiyor. Ordu ile AKP arasındaki uzlaşıdan Arap coğrafyasında inşa edilmekte olan yeni rejimler dersler çıkarıyor. Yeni Türkiye, 2000’lerin ikinci on yılında, en çok da, Arap Baharı ve Ortadoğu coğrafyası için bir model ülke olma niteliği ile ön plana çıkıyor. Yeni Türkiye, Ortadoğu’ya bahar ve rejim ihraç ediyor.