7 Şubat Kalkışması

Şubat ayı, kısalığına aldırmadan, Türkiye siyasal yaşamına 28’inden sonra bir müdahale daha armağan etmişe benziyor. 7 Şubat’tan söz ediyorum, yani savcılığın MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı ifade vermeye çağırdığı tarihten. Önümüzdeki senelerde şubat ayı geldiğinde, 28 Şubat’la birlikte 7 Şubat’tan da bahsedeceğiz demek ki en azından AKP’nin organik aydınlarının böyle istedikleri anlaşılıyor.

Siyasi iktidarı alaşağı etmek anlamında bir müdahaleden ya da müdahale girişiminden söz etmek abartılı gibi görünüyor peki kalkışma diyebilir miyiz, kesinlikle daha uygun düşüyor. 7 Şubat tarihinde AKP-C koalisyonunun C kanadı, yargı-emniyet içerisindeki gücüyle birlikte yürütmeye-MİT’e karşı huruca kalkışıyor, bir kuşatma hissi içerisinde olduklarını düşünebiliriz. Bu hissin kaynağı nedir, kesin bilgilere sahip değiliz fakat Şükrü Küçükşahin’in 13 Şubat tarihli Hürriyet’teki yazısının sonunda söyledikleri bir ipucu olma niteliği taşıyor: “Hakan Fidan, MİT Müsteşarı olunca ziyaret ettiği önemli bir ismin, ‘Gülen Cemaati devlette örgütleniyor iddiaları var’ sözüne şu kısa yanıtı vermiş:’Paralel bir örgütlenmeye devlet içinde izin vermemek ana görevimiz.’”

AKP-C’nin “entegre strateji”si KCK’yı bir paralel devlet yapılanması olarak nitelendiriyor ve operasyonların temeline de bu argümanı yerleştiriyor benzer bir şekilde AKP, koalisyon ortağını paralel bir devlet yapılanması içerisinde görüyor ve tasfiye etmek istiyor olabilir mi? Emre Uslu’nun, henüz 7 Şubat kalkışması gerçekleşmemişken, 21 Ocak’ta Taraf’ta söyledikleri cemaatin böyle bir algısı olduğunu gösteriyor. Uslu şöyle diyor: “Son dönemlerde bağlamsız ve suni bir cemaat tartışması başlatıldı. Bu tartışmayı son derece kaygıyla izliyorum. Bu tartışmanın arka planını çok iyi bilirim. Hiçbir doğru tarafı olmadığı halde birtakım bilgiler kamuoyuna pompalanarak kamuoyu hazırlanır. Bunun nedeni yapılacak operasyonlara hazırlıktır.”

AKP’nin, koalisyon ortağını tasfiye etmek için gücü ve böyle bir isteği var mı, söz konusu olan cemaatin bütünüyle tasfiyesi ise imkânsız görünüyor ancak cemaatin devlet içerisindeki gücünün törpülenmesi ve siyasete müdahale araçlarının kısıtlanmasından bahsediliyor ise böyle bir güçten de böyle bir niyetten de söz edilebilir. AKP, özellikle 7 Şubat sonrasında, ortağı ile arasındaki dengeyi başka bir seviyede, ortağını güçsüzleştirdiği bir seviyede yeniden kurmak istiyor.

7 Şubat kalkışmasına verilen yanıt, söz konusu gücü, niyeti ve kurulmak istenen yeni dengeyi açık bir şekilde gösteriyor. AKP, Fidan’ın ve diğer MİT’çilerin ifadeye çağrılmasının ardından Adalet Bakanlığı’ndaki gücünü kullanarak ve HSYK’yı da büyük ölçüde devre dışı bırakarak savcıyı görevden alıyor. Devamında sadece KCK operasyonlarını değil Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonları da yürüten ve cemaate yakın olduğu iddia polislerin görev yerleri içişleri bakanlığının emriyle değiştiriliyor. Mecliste ise MİT müsteşarını yasal koruma altına almak için, yargılanmasını başbakanın iznine bağlayan bir yasa değişikliği yapılıyor, başbakanın izin vermemesi durumunda savcılık Danıştay’a gidebileceği için, dosyayı görecek olan dairedeki hâkimlerin yerine yenileri atanıyor. Erdoğan, “buradayım ve devlet bütün kurumlarıyla birlikte benim” diyor.

Koalisyonun C kanadının ise süreç boyunca savunmacı bir pozisyonda görünse de kimi hamlelerde bulunmayı ihmal etmediğini söyleyebiliyoruz. Hatay’daki Suriyeli rejim muhalifi subayı Suriye’ye teslim eden MİT’çiler için soruşturma izni talep edildi ve alındı, yanı sıra cemaat medyası aracılığıyla MİT’e yönelik ciddi bir psikolojik savaş içerisine girildi, sonrasında ise Fidan ve Oslo görüşmelerine katılan diğer MİT’çiler için soruşturma izni istendi. Başbakanın buna izin vermeyeceğini ve meselenin Danıştay’a taşınacağını tahmin edebiliyoruz.

Wikileaks’in Stratfor belgelerini açıklaması ise AKP-cemaat gerilimini yeni bir boyuta taşımışa benziyor. Operasyonel gazete Taraf’ın yayınladığı yazışmalar, bir yandan Türkiye’deki işbirlikçi kontenjanının ne kadar geniş olduğunu öte yandan ise ülkede yabancı istihbarat örgütlerinin istedikleri gibi at koşturduklarını gösteriyor. AKP-C koalisyonundaki çatlak bağlamında ise bir, başbakanın iki yıllık ömrü kaldığına dair iddialar iki, Odatv operasyonunun arkasında cemaatin olduğu ve üç, başbakanın en yakınındaki isimlerden biri olan İbrahim Kalın’ın Stratfor’a çalıştığına ilişkin söylenenler, ortaklar karşılıklı olarak tüm bunları yalanlasa da, gerilimin farklı boyutlarını ortaya koyması bakımından son derece önem taşıyor.

7 Şubat Kalkışması ve AKP’nin Organik Aydınları
Peki 7 Şubat kalkışmasını, AKP’nin organik aydınları nasıl değerlendirdiler, neyle ilişkilendirdiler? Bu soruyu yanıtlamak için Stratfor’a çalıştığını öğrendiğimiz İbrahim Kalın’ın kurucusu olduğu düşünce kuruluşu SETA tarafından hazırlanan “7 Şubat’ı Doğru Okumak” isimli dosyada yer alan yazılara daha yakından bakmamız gerekiyor.

İlk olarak şu söylenmeli: Yazının başında da ifade ettiğim gibi, AKP’nin organik aydınları, 7 Şubat’ı, Türkiye’nin müdahaleler tarihinin bir parçası olarak sunmayı tercih ettiler. Taha Özhan, Stratfor-SETA ikilisinin ortak yayın organı olarak kullanıldığı ortaya çıkan Sabah gazetesinde yayınlanan yazısında bu durumu şu cümlelerle anlatıyordu: “1960, 1980, 28 Şubat darbeleri 2004-2006 darbe planları, 27 Nisan 2007 darbe girişimi ve 14 Mart 2008 AK Parti'ye kapatma davası nasıl sivil iradeye karşı farklı düzeylerde darbe vurmayı amaçlıyorsa 7 Şubat da yeni Türkiye'ye karşı bir sabotaj girişimidir.”

Benzer bir şekilde Hatem Ete de, Sabah’taki 18 Şubat 2012 tarihli yazısında 7 Şubat kalkışmasını gerçekleştirenleri yeni Türkiye’nin neo-Kemalistleri olarak nitelendirdi: “Karşımızda, eski Türkiye'nin Kemalist imtiyazlarıyla mücadele ederek imtiyaz sahibi olan yeni Türkiye'nin neo-Kemalistleri var ve devraldıkları vesayetçi eğilimleri sürdürme eğilimi gösteriyorlar.”

Peki bu müdahaleyi kim yapmıştı? Özhan’ın şu cümleleri, üzerinde durulmaya değer bir nitelik taşıyor: “Her geçiş sürecinde olduğu gibi Türkiye'nin normalleşmesinde de istisnai vakalar, dönemler ve aktörler ortaya çıktı. Bunlar kâh demokrasi adına mücadele veren safta yer aldılar kâh eski alışkanlıklarını hatırlayıp meclis iradesini bastırmaya çalıştılar. Sonuçta hangi safta yer alırsa alsınlar eski Türkiye'nin iki alışkanlığından kurtulamadılar: Devlete şekil biçmek ve siyasete vaziyet etmek.” Anlaşılıyor olmalı Özhan, cemaatin konjonktürel olarak güçlendiğini ve bunun istisnai bir durum olduğunu söylüyor. Buradan, “normalleşme derinleştikçe istisnai olanın varlığı gereksiz hale gelecek” gibi bir sonuç çıkarabiliriz sanıyorum.

“Milli sırrı” muhafaza etmek adına neo-Kemalistler, vesayetçiler vs. diye kodlananın cemaat olduğunu artık sağır sultan bile biliyor. Peki cemaat neden böyle bir kalkışmaya girişmiş olabilir? AKP’nin organik aydınlarının bu soruya verdikleri yanıta göre kalkışmanın arkasında esas olarak Ortadoğu’da yaşananlar bulunuyor. Buna göre, AKP’nin bölgenin yükselen yıldızı olmasını hazmedemeyen küresel güçler Türkiye’deki işbirlikçiler üzerinden devreye giriyor ve MİT’e yönelik bir operasyona girişiyorlar. Ufuk Ulutaş, Sabah’taki 25 Şubat 2012 tarihli yazısında bunu şöyle anlatıyor: “Türk dış politikası son on sene içinde önemli kırılma noktaları yaşadı ve bunların önemli bir kısmı Ortadoğu coğrafyasına ilişkin gelişmelerdi. Irak tezkeresinin reddinden, BM'deki İran oylamasına, Davos'tan Mavi Marmara'ya, bölgesel hatta global statükoyu sarsan hadiseler, Türkiye'yi ve dış politika yapıcılarını statükocu aktörlerin hedefi haline getirdi. Türkiye'nin demokratikleşmesi, belki de statükonun en rahatsız olduğu konuydu. Çünkü sadece demokratikleşen Türkiye, yukarıda bahsedilen ve bölgede ezber bozan adımları atabilirdi. Türkiye'nin statüko karşıtı attığı her adım, uluslararası maliyeti ile birlikte geldi.”

Anlaşılıyor olmalı, AKP’nin organik aydınları açısından bakıldığında ortada siyasete müdahale etmek isteyen ve bu müdahaleyi de küresel güç odakları adına gerçekleştiren istisnai bir özne bulunuyor. AKP’nin kendisini “milli” ve koalisyon ortağını “gayrimilli” olarak adlandırmasının garabetini ve anlamsızlığını biliyoruz elbette fakat çatışmanın bu şekilde ortaya konuluşunun bir hakikate işaret ettiğini gözden kaçırmamamız gerekiyor: Suriye meselesinde ve Ortadoğu’da izlenecek tutuma ilişkin AKP ile cemaat arasında giderek farklılaşan bir anlayış var ve gerilimin temel nedenini bu oluşturuyor. Bunun iç politikaya yansıması ise devlet içerisindeki kadrolaşmanın kimin kontrolünde olacağından tutun da 2014’deki cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanacaklara kadar uzanıyor, onlarla içiçe geçiyor.

Önümüzdeki süreçte koalisyon ortakları arasındaki temel gerilim başlıklarından birinin 2014’de rejimin niteliğini belirleyecek olan anayasa değişikliği süreceği olacağını söyleyebiliriz. Cemaatin think-tanki olarak da görebileceğimiz Abant Platformu’nda ortaya çıkan anayasa taslağında, cumhurbaşkanının bir kereliğine ve yedi yıllığına halk ya da meclis tarafından seçilmesi ve yetkilerinin sınırlandırılması öngörülüyor. Demek ki cemaatin gündeminde başkanlık sistemi yok, bilakis yetkileri sınırlandırılmış bir cumhurbaşkanlığı var. Peki Erdoğan’ın daraltılmış yetkilerle köşke çıkmayı kabul etmesi gibi bir durum söz konusu olabilir mi? Sorunun yanıtının “hayır” olduğunu biliyorsak, “daha çok yedi şubatlar göreceğiz” demenin kahinlik yapmak anlamına gelmeyeceğini de biliyoruz demektir.