1960’ların ikinci yarısına girerken Türkiye’de rüzgâr soldan yana esiyor, başta aydınlar, öğrenciler, genç subaylar olmak üzere kitleler sol fikirlerle tanışıyor, yüzünü sola dönüyordu. İşçi sınıfı bileğinin hakkıyla toplu sözleşme ve grev hakkını kanuni statüye kavuşturmuş, topraksız köylüler toprak reformu talebiyle yollara dökülmüş, öğrenciler kampüslerde, sokaklarda, meydanlarda Amerikan emperyalizmini protesto etmeye başlamıştı.
Yön dergisinde Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk ve arkadaşları, Türkiye İşçi Partisi’nde ise Mehmet Ali Aybar, Sadun Aren, Behice Boran ve arkadaşları Türkiye’nin gündemine sosyalizmi, kapitalist olmayan kalkınma yolunu, yeni devletçiliği, planlı ekonomiyi, anti-emperyalizmi, ABD ile yapılan anlaşmaları, Amerikan üslerini, petrolün millileştirilmesi meselesini getiriyor, çeşitli toplum kesimleri bu kavramları ve hadiseleri hararetli bir şekilde tartışıyordu.
Aybar radyoda konuşuyor: Önce bağımsızlık
10 Ekim 1965 seçimlerine gidilirken Türkiye İşçi Partisi radyoda seçim konuşması yapma hakkından faydalanacak, TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar radyodaki ilk konuşmasında Türkiye halkına “senin yoksulluktan, açlıktan kurtulman için; senin işsizlikten kurtulman için; senin cahillikten kurtulman için; senin korkusuz, horlanmadan başı dik yaşaman için; senin çocuğunu okutman için; senin toprağa kavuşman, hastalığında doktora, ilâca, bakıma kavuşman için önce Türkiye'yi yeniden bağımsızlığa kavuşturman gerekiyor” diye seslenecekti.
Aybar konuşmasına TİP’in Meclis’e girdikten sonra da sıkça telaffuz edeceği ve Deniz Gezmiş’in mahkemedeki savunmasında da kullanacağı şu çarpıcı cümlelerle devam ediyordu:
“1947 yılından beri Amerika Birleşik Devletleri, yardım bahanesiyle yurdumuza adım adım girmiş ve yerleşmiştir. Bugün, 35 milyon metrekarelik vatan toprağı Amerikan işgali altındadır. Bu üslerde Amerikan bayrağı dalgalanır. Ve bu üsler, Anayurt toprakları üzerinde birer küçük Amerika’dır. Bu üslere Türk polisi giremez. Bu üslere Türk hâkimi giremez. Türk subayı, Türk bakanı bile giremez.”
Aybar, Türkiye’nin geri kalmışlığının nedenini “emperyalizme bağımlılık”la açıklıyor, çözüm yolunun ise bağımsızlık olduğuna işaret ediyordu; ancak bağımsız bir Türkiye’de işçilerin, emekçilerin, köylülerin sorunları çözülebilir, halk insanca bir yaşama ancak böyle kavuşabilirdi. Aybar şöyle diyordu:
“Emekçi kardeşlerim, her iş buna bağlıdır; yani bağımsız olmamıza... Toprak reformu yapmamız, yani senin toprak sahibi olman buna bağlıdır; yani bağımsız olmamıza... Hızla sanayileşmemiz buna bağlıdır; yani bağımsız olmamıza... Dış ticareti, bankacılığı, sigortacılığı millileştirmemiz buna bağlıdır; yani bağımsız olmamıza... Çünkü kardeşler, bağımlı olmak demek millet yararına halk yararına olan bütün bu işleri yapmak kudretinden yoksun olmak demektir.”
Her türlü engellemeye, saldırıya, baskıya rağmen TİP 10 Ekim seçimlerinde Meclis’e girmeyi başardı ve bir avuç sosyalist 1965-1969 arası Meclis’te çok etkili bir muhalefet yürüttü, Türkiye toplumunu bağımsızlıkçı, anti-emperyalist, halkçı, kamucu bir siyaset anlayışıyla tanıştırdı, TİP’in Meclis’teki muhalefeti Türkiye’nin 1968’ine ve daha sonrasına giden yolu açan faktörlerden biri oldu.
Behice Boran’dan dış politika dersleri
TİP’in Meclis’e girişinin ardından, Türkiye akademisinin ve düşünce dünyasının en parlak beyinlerinden biri olan Behice Boran, Meclis kürsüsünde sosyalistlerin dış politikaya bakışını anlatan son derece etkili, önemli konuşmalar yaptı. Boran bu konuşmalarda akademisyen/entelektüel birikimini olağanüstü bir şekilde sergiledi ama aynı zamanda halkın anlayabileceği bir dille konuştu, açık seçik ve net cümlelerle Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu ortaya koydu, sosyalist bir aydının Meclis kürsüsünü nasıl kullanacağını ve halkla nasıl iletişim kuracağını gösterdi.
Örneğin Boran 19 Şubat 1966’da Meclis’te Dışişleri Bakanlığı bütçesi görüşmelerinde yaptığı konuşmada, Türkiye’nin Atatürk’ün ölümünün ardından ve özellikle Soğuk Savaş’la birlikte izlediği politikayı eleştirirken, öncelikle Türkiye’nin dünya ekonomisi içerisindeki yerine dair birtakım tespitlerde bulunuyor ve şöyle diyordu:
“Hep biliyoruz, biz az gelişmiş bir ülkeyiz. Yani sanayileşmemiş, tekniği geri olan bir tarım ülkesiyiz. Onlar ise çok sanayileşmiş, ekonomileri gelişmiş bir sanayiye dayanan ülkelerdir. Biz tarım ürünleri satarız, onlar mamul madde ihraç ederler. Biz dışarıdan yatırımlar, krediler vs. şeklinde sermaye ithal ederiz, onlarda ise sermaye birikimi fazladır ve devamlı olarak sermaye ihraç ederler. Onlar kabul edilmiş terimle egemen ekonomidirler, biz egemen ekonomi değilizdir, bağlı ekonomiyizdir. Onlar sömüren durumundadır, biz ise sömürülen durumundayız.”
Boran Türk dış politikasını tam da bu bağımlılık ilişkilerinin belirlediğini söylüyor, güncel bir örnek olarak ABD Başkanı Johnson’un Kıbrıs meselesi nedeniyle Türkiye’ye gönderdiği ve Türkiye’nin siyasal tarihine “Johnson mektubu” diye geçen mektubu gösteriyordu. Johnson bu mektubunda “Sovyetler’in Kıbrıs nedeniyle Türkiye’ye askeri bir müdahalede bulunması durumunda Türkiye’nin ABD tarafından verilen silahları kullanamayacağını ve NATO’nun da Türkiye’ye yardım etmeyeceğini söylemiş, mektubun kamuoyu ile paylaşılmasının ardından kamuoyunda ciddi bir anti-Amerikan öfke ortaya çıkmıştı.
Boran bu mektup üzerinden Türkiye’nin ABD ile ve NATO ile olan ilişkilerini gündeme getiriyor ve izlenen bağımlı ve tek taraflı ilişkinin Türkiye’nin çıkarlarına uygun olmadığını söylüyordu. Boran çözümün Atatürk döneminde izlenen dış politikaya geri dönmek olduğunu belirtiyor, bu politikanın 1960’lar Türkiye’si için güncellenmiş versiyonunu ise şöyle özetliyordu:
- Hiçbir yabancı nüfuza bu ülkede izin vermemek.
- Kendi gücümüze dayanan bir savunma sistemi meydana getirmek, savunma sisteminde ve silah sanayinde tek bir ülkeye bağlı olmamak, kendi hür irademizi ortaya koymak.
- Yurt savunması stratejisini başka ülkelerin savunma stratejilerine bağlı kılmamak.
- Askeri ittifaklara girmemek, bunun yerine dostluk ve saldırmazlık paktları yapmak.
- Kolektif güvenliği, başta BM Silahsızlanma Konferansı olmak üzere uluslararası kuruluşlar aracılığıyla sağlamak.
- Bütün devletlerle ve bu arada komşularımızla iyi ilişkiler kurmak, Türkiye’nin etrafında bir emniyet ve güvenlik kuşağı oluşturmak.
Behice Boran, 12 Temmuz 1966’da Meclis’te yaptığı “Türkiye-Amerika İlişkileri” başlıklı konuşmasında ise Türkiye ile ABD arasında yapılan anlaşmalara dikkat çekiyor ve bu anlaşmaların Türkiye’nin milli savunması için gerekli olduğu yönündeki iddialara şöyle karşılık veriyordu:
“Milli savunmadan amaç nedir? Milli savunma ülkenin bağımsızlığını ve egemenliğini korumak içindir. Amaç budur. Yalnız kalmayacağız, milli savunmayı sağlayacağız diye, bir tarafa karşı milli savunmayı ve bağımsızlığı koruyacağız diye, diğer tarafa milli egemenlik ve bağımsızlıktan tavizler veren haklar tanınması, milli savunmadan güdülen amacı tabi ki yerine getirmez. Milli savunmadan güdülen amaç, ancak bütün yabancı devletlere karşı bağımsızlık ve egemenlik tam sağlanırsa meydana gelmiş olur.”
Boran konuşmasının devamında, ABD ile yapılan anlaşmalarla Türkiye’deki ABD/NATO üslerinin Türkiye’nin egemenlik alanının, ABD/NATO personelinin ise Türkiye Cumhuriyeti yasalarının dışında bırakıldığını, bu anlaşmalar yüzünden Türkiye’nin savaş açma, barış yapma, ulusal güçleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanma gibi haklarından vazgeçtiğini söylüyor, ayrıca yine bu anlaşmalarla Türkiye’nin ithalat-ihracat, gümrük ve kambiyo rejimlerinin ABD çıkarları doğrultusunda şekillendirildiğini belirtiyordu.
Velhasıl, ABD’yle yapılan askeri anlaşmalar hem siyasi hem de iktisadi olarak Türkiye’yi ABD’ye bağımlı kılan ve Türkiye halkının çıkarlarının aleyhine olan anlaşmalardı.
Boran 4 Ocak 1967 tarihli konuşmasında ise yine Türkiye-ABD anlaşmalarından bahsediyor ve biraz da ironik bir şekilde bu anlaşmaların karşılıklı olmadığını “o zaman Türkiye neden ABD’de üs kurmuyor, Türk ürünleri neden ABD’nin gümrük muafiyetlerinden yararlanmıyor, Türkiye neden ABD’de radyo-televizyon yayını yapamıyor” gibi sorular sorarak ortaya koyuyor, devamında da Türkiye’deki ABD üslerinin hükümetin iddiasının aksine “ortak savunma üsleri” olmadığını, bu üslerin komutasının ABD’de bulunduğunu ve Türk yetkililerin ancak ABD’nin izniyle buralara girebildiklerini, bu üslerin yönetiminde hiçbir söz sahibi olmadıklarını belirtiyordu.
Boran aynı konuşmada hükümete çoğunun asla yanıtlanmayacağını bildiği bazı “zor sorular” da soruyordu ve o sorular şöyleydi:
“İkili anlaşmalarla kurulmuş askeri tesis ve üslerin toplam olarak yüzölçümü ne kadardır? İşgal ettikleri topraklar için Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’ye kira veya tazminat şeklinde bir para ödemekte midir? Ödemekte ise bunun yıllık tutarı nedir? Türkiye’de bulunan Amerikan görevlilerinin aile ve yakınlarının ihtiyaçları için yurdumuza ithal edilen mallara tanınan gümrük bağışıklığı 1947 yılından bu yana Hazine’ye yaklaşık olarak ne kadar vergi kaybına neden olmuştur? 1947’den bu yana yurdumuzda suç işlemiş, fakat Türk mahkemelerince yargılanamamış olan Amerikalıların sayısı nedir? Amerikan mahkemeleri bunlardan kaçını cezalandırmıştır ve ne gibi cezalar verilmiştir? Bu suçların Türk yasalarına göre cezası nedir? Ödenmiş ise tazminat bedelleri, benzer hallerde Amerikalılara ödenen tazminat bedellerine eşit midir?”
Ve bugün…
Aybar’ın “35 Milyon metrekarelik vatan toprağı Amerikan işgali altındadır” demesinin üzerinden, Boran’ın Meclis’te yaptığı bu konuşmaların üzerinden neredeyse 55 yıl geçti ve bugün de aynı noktadayız.
Suriye’ye ABD’yi/NATO’yu davet etmek için Rus uçağı düşürmekten, ABD davete icabet etmeyince Rusya’dan S-400 almaya; sonrasında ise İdlib’de Rusya ile anlaşmazlığa düşünce ABD’yi/NATO’yu yeniden Suriye’ye davet etmeye ve Trump’tan Patriot istemeye uzanan akıl, Türkiye’yi emperyalizmin oyun sahası haline ve emperyalist müdahalelere açık hale getiren akıl, bu ülkeyi 2. Dünya Savaşı sonrasından beri yöneten ve emperyalizme bağımlı hale getiren aklın mirasını üstleniyor, bir geleneği devam ettiriyor.
Amerikancılık Türkiye yönetici sınıfının, Türkiye İslamcılığının ve Türk sağının genetik kodlarına işlemiş durumda, çünkü var olma nedenleri doğrudan ABD’nin Türkiye’deki varlığından geçiyor. Türkiye yönetici sınıfı, Türkiye İslamcılığı, Türk sağı gücünü Türkiye’nin ABD’ye bağımlığından, NATO üyeliğinden, İncirlik Üssü’nden alıyor.
Tam da bu nedenle çok net, çok açık bir şekilde söylemek gerekiyor: Dış politika siyaset üstü değildir, dış politika iç politikanın bir yansımasıdır, dış politika içerideki yönetici sınıfların dışarıdaki yönetici sınıflarla kurduğu ilişkinin bir sonucudur. İçeride halkın çoğunluğu lehine politikalar izlemeyenler, dışarıda da halkın çoğunluğu lehine politikalar izlemezler. Türk sağı Türkiye’yi emperyalist bağımlılık ilişkilerinden kurtaramaz, NATO’dan çıkaramaz, İncirlik’i kapatamaz.
Türkiye’nin “ulusal çıkarlar”ını gerçek anlamda savunabilecek olanlar, emperyalizmle gerçek bir mücadele verebilecek olanlar, bağımsız bir Türkiye’yi gerçekten kurabilecek olanlar, halkın büyük bir bölümünün çıkarları lehine ve azınlığın, zenginlerin, sermaye sınıfının aleyhine siyaset yapanlardır. Bugün yapılması gereken, sözde “milli çıkarlar” adı altında iktidarın arkasında hizalanmak değil, Türkiye’yi emperyalizme bağımlı hale getiren aklı ve onun bugün başımıza ördüğü çorapları, kimlerin ikbal ve istikbali için yoksul halk çocuklarının cepheye sürüldüğünü ifşa etmek, o aklın izlediği politikaların karşısına bağımsızlıkçı, yurtsever, anti-emperyalist bir siyaseti koyabilmektir. Tarihten bize kalan miras budur.