28 Şubat Bin Yıl mı Sürecek?

28 Şubat ve 12 Mart… İlkinin on üçüncü ve ikincisinin otuz dokuzuncu yılı geride kaldığı geçtiğimiz günlerde. Liberal-muhafazakâr ittifakın hegemonyası nedeniyle daha çok 28 Şubat konuşulmuş ve 12 Mart unutturulmaya çalışılmış olsa da darbeler tarihine bakıldığında birbirine en çok benzeyenin bu ikisi olduğu söylenebilir. Ancak, hedefleri ve sonuçları itibariyle değil elbette icra ediliş biçimi itibariyle.

27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri, doğrudan meclisi ve siyasi partileri kapatıp mevcut anayasayı askıya alırken ve köklü toplumsal/siyasal dönüşümleri hedeflerken, 12 Mart’ta da 28 Şubat’ta da partilere, parlamentoya ve anayasaya dokunulmamış, iş başındaki hükümetin devrilmesi, bir teknokratlar hükümetinin kurulması ve kısmi idari/yasal düzenlemelere gidilmesi amaçlanmıştır. Her iki darbede de mevcut hükümetlerin kendiliklerinden istifası sağlanmış, yerlerine bir mutabakat hükümetinin kurulması hedeflenmiş, 12 Mart sonrasında 61 Anayasası’nın kimi hükümleri değiştirilirken 28 Şubat sürecinde ise irtica tehdidine karşı bir eylem planı uygulamaya konulmuştur. Dolayısıyla illaki bir postmodern yakıştırması yapılacaksa “ilk postmodern darbemiz 12 Mart’tır” diyebiliriz.

İcra ediliş biçimlerindeki benzerliğin ötesinde, süreçlerin işleyişi, hedefleri ve sonuçları açısından bir karşılaştırma yapıldığında ise bambaşka bir manzara ile karşılaşılacaktır. 12 Mart, 9 Mart “sol darbe” girişimine, Türkiye işçi sınıfının 15-16 Haziran’da somutlaşan ayağa kalkışına ve Yalçın Küçük’ün deyişiyle “Türkiye’de ağaçların bile sola doğru eğilmesi”ne karşı egemen sınıflarca verilmiş bir yanıt olup hedefi sınıf hareketiyle solu sözcüğün her anlamında imha etmektir.

28 Şubat’ı ise, bugünden geriye doğru baktığımızda, irticaya yönelik radikal bir imha operasyonundan ziyade, siyasal İslam’ı belirlenmiş sınırlar içerisine çekip ehlileştirme ve iktidar bloğuna eklemleyebilme girişimi olarak okumak daha uygun görünüyor. Erbakan’ın Milli Görüş geleneğinin cılız bir anti-kapitalizmle eşitlik talebinin de içerisinde yer aldığı anti-emperyalist dilinin ve bu dile uygun kimi icraatlarının hem ABD’yi hem de başta TÜSİAD’da temsil edilen büyük sermaye olmak üzere Türkiye yönetici sınıfını rahatsız ettiğini düşünebiliriz. Buna 90’lı yıllar boyunca devam eden Kürt hareketinin meydan okuyuşundan ve hatta devrimci-demokrasinin kısmi gücünden kaynaklanan devletin meşruiyet krizi de eklendiğinde restorasyoncu bir hamlenin düzen açısından bir zaruret haline geldiği sonucuna ulaşmak mümkündür.

Sonuçları itibariyle 28 Şubat sürecinin düzen güçleri açısından başarılı olduğu söylenebilir. Milli Görüş hareketinin ikiye bölünüp içerisinden bir liberal-muhafazakar partinin ortaya çıkarılması, radikal İslam’a yönelik operasyonlarla başta Gülen cemaati olmak üzere ılımlı İslam projesine uygun öznelerin önünün açılması, 1999 yılının Şubat ayında Öcalan’ın ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesi ve Hayata Dönüş sürecinde devrimci-demokrasiye yönelik kırım siyasetiyle birlikte restorasyon girişiminin büyük ölçüde hedeflerine ulaştığı görülmektedir.

Fakat diyalektiğin yasaları burada da işbaşındadır ve dönüştürenlerin kendilerinin de dönüşmeleri kaçınılmazdır. 28 Şubat, Roma’nın Hıristiyanlaşmadan ayakta kalmayacağını anlamasına benzer bir şekilde, Türkiye egemen sınıfının rejimin İslamizasyonu ve dönüşümü olmaksızın mevcudiyetini devam ettiremeyeceğini anladığı bir süreç olarak okunabilir dolayısıyla 3 Kasım ve 22 Temmuz seçimlerini de, cumhurbaşkanlığı seçimini de ve hatta Ergenekon Operasyonu’nu da 28 Şubat sürecinden ayrıştırarak anlamak mümkün görünmemektedir. Soğuk Savaş’la birlikte ivme kazanan devlet-Türk Sağı ilişkisinde, 28 Şubat’la birlikte yeni bir döneme girilmiş, 1946 sonrasında aralanan kapı, geçen elli yılın ardından 28 Şubat sürecinde ardına kadar açılmıştır.

Üzerinde düşünülmesi gereken, yeni rejimin yeni resmi tarih yazımında 28 Şubat’ın ceberut devletin ve vesayet rejiminin mütedeyyin halka yönelik zulüm politikalarının bir parçası olarak görülmesi ve topluma da o şekilde sunulmasıdır. Osmanlı-Türkiye modernleşmesini sınıf mücadelelerinin değil de devletle toplum arasındaki mücadelenin tarihi olarak okuyan liberal-muhafazakar paradigma, Türkiye tarihindeki bütün olguları tersine çevirebilme maharetini burada da göstererek 28 Şubat’ı “dindarlara ve liberallere yönelik bir baskı rejimi” olarak gösterip kendi hegemonik söylemine eklemlemeyi ve buradan kendine bir meşruiyet zemini çıkarmayı başarmıştır.

Oysa 28 Şubat’a söz konusu paradigma açısından değil de yukarıdaki gibi bakıldığında, cemaatin, AKP’nin ve liberallerin kendilerini darbe mağduru olarak görmelerinin temelsizliği de açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte gadre uğrayan, baskı gören, mağdur olan bireyler olmuş olabilir ve vardır da lakin zihniyetler ve örgütlenmelerden bahsediyorsak 28 Şubat’ın açıkça bugünkü yeni rejime giden yolu açtığını söyleyebiliriz düzen ancak 1923’ü, kökenlerini ve kuruluş felsefesini reddederek kendini restore edebilmiştir çünkü.

28 Şubat’ı yapanlar bin yıl devam edecek olan bir süreçten bahsediyorlardı. Aradan geçen 13 yılın ardından 28 Şubat’ın hala devam ettiğini söyleyebiliriz nasıl ki 12 Eylül otuz senedir devam ediyorsa, 28 Şubat da kesintisiz karşı-devrim süreci olarak AKP şahsında halen iktidardadır ve hedefinde 4/c’ye teslim olmayan işçiler, bağımsızlık diyen cumhuriyetçiler, Barzanici olmayan Kürtler ve Hızır Paşalara elini uzatmayan Aleviler vardır.

Hedefte bulunanların nasıl bir araya gelecekleri ve kendi bin yıllık iktidar projelerini nasıl yaratacakları sorusu ise sormak ve yanıtını bulmak zorunda olduğumuz en önemli sorumuzdur.