"15 Temmuz’dan herhangi bir ders çıkarıldığını söylememiz mümkün mü? Bu soruya en açık yanıtı 15 Temmuz günü Özel Harekât Başkanlığı’nı ziyaret eden Bahçeli’nin elini öpen özel harekâtçılar veriyor."
15 Temmuz'dan bugüne: 'Paralel devlet'ten 'paralel devletçik'lere
Fatih Yaşlı
Fethullahçı çetenin 15 Temmuz’daki başarısız darbe girişiminin ardından eski iktidar ortağı tarafından başlatılan soruşturmada çeteye Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması (FETÖ/PDY) adı verilmiş ve soruşturma da bunun üzerine inşa edilmişti.
“Paralel devlet” kavramı Türkiye’de ilk kez 7 Şubat 2012’de Fethullahçıların Hakan Fidan’ı gözaltına almaya kalkışmaları sürecinde kullanılmaya başlanmıştı ve örgütün stratejisine işaret ettiği için doğru bir kavramdı. Bu kavramın tarihsel kökenlerine baktığımızda ise karşımıza Naziler çıkıyordu; Naziler iktidara geldikten sonra, devleti bir “paralel devlet” kurarak ele geçirmişlerdi.
Kavramı sosyal bilimler literatürüne sokan kişi faşizm üzerine çalışmalarıyla tanınan Robert Paxton’dı Paxton’ın esinlendiği çalışma ise Ernest Fraenkel’in 1941 gibi erken bir tarihte yayınlanan “İkili Devlet Diktatörlük Kuramına Bir Katkı” adlı kitabıydı.
Paxton, Fraenkel’in kitabından yola çıkarak İtalya’da Mussolini’nin, Almanya’da ise Hitler’in genel kanaat ve imajın aksine hiçbir zaman devleti mutlak anlamda kontrol edemediklerini, ancak 2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru buna çok yaklaşabildiklerini söylüyordu. Bu da hem İtalya’da hem Almanya’da Fraenkel’in “ikili devlet” diye adlandırdığı bir manzarayı ortaya çıkarmıştı.
Bir tarafta yasaların halen işlemeye devam ettiği, burjuva hukukunun az çok da olsa yürürlükte olduğu, mahkemelerin zaman zaman yurttaşlar lehine kararlar verebildiği bir “norm devleti”, diğer tarafta ise faşistlerin kendi “paralel” kurumlarını kurdukları ve devletin değil faşist partinin hiyerarşisine tabi olan “imtiyaz devleti” vardı.
Örneğin dışişleri bakanlığı, polis ya da ordunun bütünüyle ele geçirilmesinden önce, tam da bunları ele geçirmek için ayrı bir hukuka ve hiyerarşiye sahip paralel kurumlar/örgütler oluşturulmuştu ve imtiyaz devleti normatif devleti bütünüyle ortadan kaldıramasa da yutmaya başlamıştı. Paxton’a göre İtalya’da söz konusu süreç çok daha ağır işlemiş, Almanya’da ise Naziler devletin tamamını ele geçirmeye çok yaklaştıkları sırada yenilmişlerdi.
***
Paxton çalışma alanı olmaması nedeniyle ilgilenmese de paralel devlet stratejisi Nazilerle sınırlı kalmadı; yakın tarihte Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Lübnan’da Hizbullah, mevcut devlet hiyerarşisinin dışında kalan ve toplumla bir egemenlik aygıtıymış gibi ilişki kuran kurumlardan müteşekkil paralel devletler oluşturmayı başardılar.
Mısır’da ve Lübnan’da her iki örgütün de kendi sağlık kurumları, okulları, dershaneleri, yurtları, sosyal politika mekanizmaları vardı ve devleti dışarıda bırakacak bir şekilde toplumla bunlar üzerinden ilişki kuruyorlardı. Sisi darbesinden sonra Mısır’da Müslüman Kardeşler çok zayıflamış olsa da bugün halen Lübnan’da Hizbullah bir paralel devlet modeliyle yoluna devam ediyor. Üstelik Mısır’dan farklı olarak Hizbullah’ın Lübnan’da resmi ordunun dışında kendisine ait bir ordusu da var.
Fethullahçı çetenin örgütlenme modeli ve iktidar stratejisi de “paralel devlet” olarak adlandırılabilecek bir nitelik taşıyordu. Örgütün ana dergisinin adının “Sızıntı” konulması boşuna değildi. Fethullahçı çete, 1970’lerin ortalarından itibaren elbette ki devletin de istisnai durumlar hariç göz yumduğu bir şekilde, yetiştirdiği kadroları devlete yerleştirmişti ve o kadrolar devlet hiyerarşisine değil örgüt hiyerarşisine uygun bir şekilde hareket ediyorlardı. Örneğin sıradan bir memur Fethullahçı Çete’nin içerisinde bir daire başkanından daha üst konumdaysa, daire başkanı o memurun sözünü dinlemek zorundaydı.
Fethullahçı çete 40 yılı aşkın bir zaman dilimine uzanacak ve “paralel devlet” stratejisine uygun bir şekilde bürokraside ama özellikle yargı, emniyet ve orduda örgütlenirken ve kurumların kontrolünü ele geçirirken başka bir şey daha yaptı. Kendi hastanelerini, okullarını, yurtlarını, dershanelerini kurdu, bunlar için esnafın merkezinde olduğu bir finans sistemi inşa etti ve nihayetinde bankalaştı, sahip olduğu şirketler holdinglere dönüştü, kendi medya yapılanmasını kurup gazeteler, dergiler çıkardı, radyo ve televizyon yayıncılığına girişti.
Tüm bu devasa aygıt, emperyalizmle ilişkileri ve antikomünist geçmişi asla unutulmaması gereken Gülen ve etrafındaki bir konseyin aldığı kararlar doğrultusunda yönetiliyordu ve özellikle AKP iktidarında gayri resmi koalisyon ortağı olunmasıyla birlikte giderek “norm devleti”ni yutan bir “imtiyaz devleti”ne dönüşecekti. Özellikle çetenin emniyet-yargı kadroları aracılığıyla gerçekleştirilen Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla norm devletinin ele geçirilmesinin önünde engel olacağı düşünülen kişiler ve grupların tasfiyesi başarılmıştı.
Bu süreçte sahadaki kadrolar Cemaat kadrolarıydı ama AKP de arkada yasal ve bürokratik düzenlemelerle sürece destek veriyordu; çünkü devlet içerisindeki rakip kadrolar tasfiye edildikçe AKP’ye hayalindeki rejim inşası için daha fazla alan açılıyordu. Ancak bir noktada -özellikle Hakan Fidan’a yönelik gözaltı girişiminde- AKP, Fethullahçı çetenin paralel devletinin norm devletiyle birlikte kendisini de yutmaya hazırlandığını fark etti ve karşı hamlelerini yapmaya başladı. Şimdi sıra bu iki İslamcı gücün kendi iç savaşına gelmişti.
***
AKP’yi kuran kadrolar Nakşiliğin İskenderpaşa Cemaati’nin damgasını vurduğu bir İslamcılık anlayışının içerisinden yetişmişlerdi. İskenderpaşa, Erbakan’ın cemaatiydi, Erbakan önce Abdülaziz Bekkine’ye, onun ölümünden sonra da Mehmet Zahit Kotku’ya intisap etmişti. Kotku, 1970 yılında Milli Görüş hareketinin ilk partisi Milli Nizam Partisi’nin kuruluşunda ciddi bir rol oynamış, 12 Mart sonrası da onun yerine kurulan Milli Selamet Partisi’ne destek vermişti.
Fethullahçılığın kökenleri için ise Said Nursi’ye ve Nurculuğa bakmak gerekiyordu. Türkiye İslamcılığının en önemli figürlerinden biri olan Said Nursi kendi adıyla anılacak bir ekolü kurmayı başarmış, peşinden gidenler ise farklı kollara ayrılmış ve onlardan biri de Gülenciler olmuştu. Bu cemaat de bir süre sonra Nurcu olarak değil, Gülen’in adına atıfla Gülenciler olarak anılacaktı. Kendileri ise cemaatlerinden “Hizmet Hareketi” olarak söz ediyorlardı. Gülen Cemaati 2000’lerin ilk on yılı bittiğinde Türkiye tarihinin en büyük, en çok üyesi ve en çok parası olan cemaatine dönüşmüştü.
İşte 15 Temmuz, Cumhuriyet’in yüzüncü yılına doğru gidilirken, Türkiye İslamcılığının iki farklı fraksiyonunun devletin sahipliğine dair verdiği bir kavga ve dolayısıyla İslamcılar arası bir iç savaştı. Burada trajik olan ise daha önce çok kere yazıp çizdiğim üzere, bu savaşın kendisini “laikliğin bekçisi” olarak sunan ordu içerisinde yaşanmasıydı. Sol düşmanlığı ve antikomünizm adına kendilerine açılan kapılardan girenler bugünlere gelindiğinde öylesine güçlenmişlerdi ki bu iç savaş ordu içerisinde yaşanıyor ama tarafları siyasal İslamcılarla siyasal İslam karşıtı güçler oluşturmuyor, İslamcılar kendi iç savaşlarını veriyorlardı.
Bir “Pirus Zaferi” midir bilinmez ama bu iç savaştan AKP galibiyetle çıktı, Fethullahçı çete kadrolarının istediği unsurlarını tasfiye etti, Fethullahçı işadamlarının şirketlerine ganimet misali el koydu, muazzam bir servet transferi gerçekleştirdi ve hepsinden önemlisi MHP’yi de yanına alarak parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi başardı; yani rejim değişikliği kısmen de olsa anayasal bir statüye kavuşturuldu.
(Bu sürece Yenikapı mitingine iştirakten OHAL koşullarında referanduma gitmeye ses etmemeye ve o referandumun mühürsüz oylarla kazanılmasına razı olmaktan halk muhalefetini sönümlendirmeye uzanan bir genişlikte CHP’nin katkısını da not etmek lazım elbette geçerken.)
***
15 Temmuz’un üzerinden 8 yıl geçmişken AKP yanına MHP’yi de almış bir şekilde iktidarını devam ettiriyor, rejim inşası süreci de hız kesmeden yoluna devam ediyor. Peki devlet mimarisine bakıldığında 15 Temmuz’dan herhangi bir ders çıkarıldığını söylememiz mümkün mü?
Bu soruya en açık yanıtı 15 Temmuz günü Özel Harekât Başkanlığı’nı ziyaret eden Devlet Bahçeli’nin elini öpen özel harekâtçılar veriyor. Bir kamu görevlisi, kameraların önünde bir siyasi parti liderinin elini öperek ona biat seremonisi sergiliyor, özel harekâtçı polislerin MHP’yle 90’lardan beri devam eden gönül ilişkisi ilk kez böyle aleni bir şekilde “dosta düşmana” gösteriliyor.
Burada “düşman”ın tarihsel olarak kim olduğu belli, “dost”un ise AKP olduğu açık. Yani o fotoğraf aslında Cemaat sonrası ortaya çıkan boşluğu dolduran MHP’nin AKP’yle giderek kırılganlaşan, gerilim yüklenen ve Sinan Ateş cinayetinde somutlaşan ittifak ilişkisinde müttefikine verdiği bir mesaj. MHP resmi koalisyon ortağı olduğu zamanlar da dâhil olmak üzere devlet aygıtında ilk kez bu kadar güce kavuşmuş durumda ve bundan öyle kolay kolay vazgeçmeyeceğini de tıpkı o fotoğrafta olduğu gibi çeşitli şekillerde ortaya koyuyor. Tıpkı bir zamanlar Gülencilerin yaptığı gibi…
Ancak mesele Gülen’in elini öpme sırasının yerini Bahçeli’nin elini öpme sırasının alması değil tek başına. Bugün devlet mimarisi içerisinde tek bir paralel devlet yapılanması yok, “paralel devletçikler” var. İskenderpaşacılar, İsmailağacılar, Menzilciler, Cihannümacılar… Hepsi devlet aygıtı içerisinde kendi rant adacıklarını oluşturmuş durumda ve hepsi de birilerinin elini öpüyor.
Bugün devlet aygıtı Türk sağının farklı fraksiyonları, hizipleri ve klikleri arasındaki siyasi ve iktisadi rant mücadelesinden kaynaklı olarak giderek çözülüyor ve adeta feodal bir karakter taşımaya başlıyor. Devlet fetişisti Türk sağının, kurumsal sadakatin yerine şahsi sadakati koyması ve “norm devleti”nin yerine kendi imtiyazlarını ikame etmesi ise son derece ironik bir şekilde devletin altını oyuyor. Yani devleti en çok kutsayanların bizzat kendileri devleti çözündürüyor, çürütüyor.
***
Bugün Türkiye’de siyaset sağ fraksiyonlar arası bir güç mücadelesi şeklinde tezahür ediyor. Bunun nedeni ise Türkiye’nin sermaye düzeninin emekçi halka tarihin en büyük tepeden sınıf saldırısını gerçekleştirdiği bir konjonktürde, aşağıdan buna herhangi bir yanıt gelmemesi. Yani emekçilerin bu gidişata güçlü bir yanıt verememeleri ve bir siyasal özne olarak müdahale edememeleri siyaseti egemen güçler arası bir mücadeleye dönüştürüyor, bunun faturası da eninde sonunda yine emekçi halka kesiliyor.
Demek ki aynı şeyi bir kez daha tekrarlamak durumundayız: Emekçilerin, yoksulların, işçi sınıfının, solun, sosyalistlerin olmadığı bir siyasette manzaranın bundan farklı olması mümkün değil; dolayısıyla da ya halk bir aktör olarak sahneye çıkıp gidişata müdahale edecek ya da bataklığın derinliği artarken kokusu daha da kesifleşecek. Başka bir seçenek mevcut değil.