12 Eylül Yargılanıyor

Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında düşüncenin
Unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz

Onat Kutlar

Daha bir ay bile geçmedi üzerinden Adana’da 26 yaşındaki bir anne, Emine Akçay, oturdukları evin kirasını ödeyemediği, çocuklarını doyuramadığı ve ısıtamadığı için, tavandaki salıncak demirine bağladığı iple kendini asarak intihar etti. O demir Emine Akçay intihar etsin diye değil, çocukları salıncakta sallanabilsin diye oradaydı oysa.

Ve daha bir hafta bile geçmedi Diyarbakır’da 26 yaşındaki bir öğretmen, Mustafa Kaya, 3 yıldır ataması yapılmadığı için intihar etti, kendini kravatıyla asmıştı. Oysa o kravatı, bir gün kendisini asabileceğini düşünerek değil, sınıfta öğrencilerinin karşısına çıkacağını düşünerek almıştı.

Henüz bir ay bile geçmedi üzerinden Esenyurt'ta AVM inşaatında çalışan on bir işçi, kaldıkları çadırlarda çıkan yangın nedeniyle yaşamını yitirdi, Van depreminin ardından çalışmak için İstanbul’a gitmişlerdi, Van’daki çadırları esir alan yangın, onları orada da buldu, yanarak öldüler.

Ve henüz ilk on gününü geride bıraktığımız Nisan ayında, sadece beş gün içerisinde on altı işçi, göçük altında kalarak, elektrik akımına kapılarak, boğularak öldü beş günde on altı işçi… Ateş, hava, su ve toprak, işçiler için, yaşamın değil ölümün kaynağı oldu. (Bu yazı tamamlandıktan sonra, Elazığ’dan 4 işçinin daha ölüm haberi geldi. Sermaye, ülkenin dört bir yanında, işçi kanı içerek yaşayan bir vampir gibi, can almaya devam ediyordu.)

12 Eylül, iktidar manyağı birkaç generalin işi değildi hele hele liberal masalda anlatıldığı gibi, devletin topluma karşı yaptığı bir darbe hiç değildi. 12 Eylül, Türkiye işçi sınıfına karşı yapılmış bir sermaye darbesiydi, sermaye vesayetini mutlaklaştırmak için yapılmıştı. Cuntacılar darbenin hemen ardından bütün sendikaları kapattılar, bütün grevleri yasakladılar, ücretleri dondurdular, dönemin sermayedarlarından birinin ifadesiyle, gülme sırası patronlara gelmişti.

32 yıldır, işçiler, çalışanlar, yoksullar ölür ve sermaye gülerken darbe, intihar eden annelerin ve öğretmenlerin, yanan, boğulan, göçük altında kalan işçilerin ölü bedenlerine vurulmuş sermaye damgasının adıyken, 12 Eylül yargılanıyor, öyle mi?

Diyarbakır cezaevi, mahkûmlara ölüp cehenneme gittiklerini, gardiyan ve askerlerin ise zebaniler olduklarını düşündürecek ölçüde korkunç bir zulüm mekânıydı. Binlerce Kürt, Diyarbakır cezaevinde, ancak Nazi toplama kamplarıyla kıyaslanabilecek muamelelere maruz kaldı. Çıktıklarında hepsi bir sürü marşı ezbere biliyordu ve çoğunun aklında dağa gitmek vardı.

Otuz yıldır Kürtlere reva görülen değişmedi partileri kapatıldı, temsilcileri hapse atıldı, aydınları faili meçhul cinayetlere kurban gitti, çocukları şehirlerde, dağlarda öldürüldü, köyleri boşaltıldı. En son, KCK operasyonları adı altında binlerce insan cezaevlerine dolduruldu, kalabalık görünmesinler ve böylelikle iktidarın stratejisinin çöktüğü anlaşılmasın diye, Newroz’u pazar günü kutlamalarına izin verilmedi. İlan edilmemiş olağanüstü halle, copla, gazla, panzerle, bayramları zehir edildi.

Kürt sorunu hala polisiye bir vaka olarak görülüyorken, entegre strateji ile Kürt hareketine yönelik bir tasfiye operasyonuna girişilmişken, Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi yazar ve akademisyenler örgüt yöneticiliği ya da üyeliği ile itham ediliyorken, 12 Eylül yargılanıyor öyle mi?

Daha geçen hafta, 4+4+4 olarak formüle edilen zorunlu eğitim yasası meclisten geçti, eğitimin dinselleştirilerek dininin ve kininin sahibi nesiller yetiştirilmesi adına atılmış en büyük adımdı bu. Süreçte ilkokullara seçmeli Kuran dersi konulmakla yetinilmedi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptığı bir düzenlemeyle, Kuran kurslarına gidebilmedeki yaş sınırı da ortadan kaldırıldı

12 Eylül döneminde Kenan Evren meydanlarda Kuran’dan ayetler okuyordu, muhafazakâr Aydınlar Ocağı’nın mensupları devletin köşebaşlarına yerleştiriliyor, 1982 Anayasası onların önerileri doğrultusunda hazırlanıyordu. İlk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu olarak din derslerinin okutulması 12 Eylülcülerin hazırlattığı anayasaya konuldu, böylelikle din eğitimi anayasal bir zorunluluk haline getirildi.

Eğitimin dinselleşmesi 32 yıldan beri sürüyorken, dinselleştirme ile sömürü böylesine iç içe geçmişken, dindar olmayan nesillerin ya Marksist ya da uyuşturucu bağımlısı olacağı söyleniyorken, 12 Eylül yargılanıyor öyle mi?

12 Eylül, YÖK ve İhsan Doğramacı demekti, YÖK ve İhsan Doğramacı’nın üniversiter sistemini çökertmesi, muhalif akademisyenlere görevden el çektirilmesi, muhalif öğrencilerin okuldan uzaklaştırılmaları demekti. Türkiye’de, sadece son iki yılda, 7043 üniversite öğrencisi hakkında soruşturma açıldı, öğrencilerin 4602’sine okuldan uzaklaştırma cezası verildi, 55’i okuldan atıldı.

Daha geçen hafta DTCF’ye, okul yönetiminin, polisin ve ÖGB’lerin gözetiminde satırlı faşistler saldırmış ve onlara direnen 22 öğrenciye süresiz okuldan uzaklaştırma cezası verilmişken, 12 Eylül yargılanıyor öyle mi?

12 Eylül insanların korkularından evlerindeki kitapları yaktığı, kitapların silahların yanında suç unsuru olarak sergilendiği, gazetelerin kapatıldığı, yazarların ve gazetecilerin cezaevlerine doldurulduğu yıllardı.

Bu ülkede, daha geçen sene, henüz yayınlanmamış bir kitap, bilgisayardan silinerek imha edilmek istenmiş ve yazarı bir yıl boyunca cezaevinde kalmışken, “bombadan daha etkili kitaplar var” tarzı cümleler kurulmuşken ve halen yüzden fazla gazeteci cezaevlerindeyken, 12 Eylül yargılanıyor, öyle mi?

12 Eylül, 24 Ocak Kararları ve kararların mimarı Turgut Özal demekti Özal darbe döneminin hükümetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevini üstlenmişti. Yapılan ilk seçimlerde başbakan oldu ve Türkiye’nin neoliberal dönüşüm projesini başlattı, zenginleri seviyor ve memurunun işini bildiğini düşünüyordu, şortla asker denetlediği için Türkiye’nin gördüğü en demokrat ve en sivil başbakan olduğu iddia ediliyordu.

Özal, Menderes’le birlikte demokrasinin yıldızlarından biri ilan edilir, Özal’ın siyasi mirasının günümüzdeki taşıyıcısının Erdoğan olduğu bizzat AKP tarafından söylenirken, 12 Eylül yargılanıyor öyle mi?

Ve Türkiye ekonomisi 32 yıldır “12 Eylül olmasa uygulanamazdı” denilen 24 Ocak Kararlarının çizdiği çerçeve içerisinde yönetiliyorken, bütün kamusal varlıkları, akarsuları, ormanları, kıyıları özelleştiriliyorken, hükümetler değişse de neoliberal yıkım programı 32 yıldır kesintisiz sürüyorken, 12 Eylül yargılanıyor öyle mi?

Davalar dönemindeyiz, mahkeme salonlarında eski rejim yıkılırken, yerine yenisi inşa ediliyor. Yeni rejimin resmi tarihi, yeni rejimin resmi ideolojisi, iddianameler aracılığıyla yazılıyor. 12 Eylül’ün yargılanması da bunun bir parçası. Bu süreçte, İktidarın sahip olduğu ideolojik aygıtlar, bir hafıza-silme ve yeniden yazma makinesi gibi çalışıyor. Onlarca gazete, tv, radyo, internet sitesi, köşe yazarı, yorumcu, beyinlerimizi boş birer levha haline getirip, oraya kendi fikirlerini, kendi dünya görüşlerini, kendi tarihlerini yazmaya çalışıyorlar.

Bugün tehdit altında olan sadece aklımız değil, hafızamız da istedikleri şeyleri unutmamızı ve hatırladıklarımızı da onların istedikleri gibi hatırlamamızı istiyorlar, içinde bulunduğumuz insanlık durumunu kara ütopyalarda tasvir edilenlerden bile daha korkunç hale getiren budur.

Bir karşı-hafıza makinesi geliştirmek, beyinlerimizin iğfal edilmesine izin vermemek, hatırlamak için, unutmamak için, belgeselleri, kitapları, filmleri, köşe yazılarını, öyküyü, şiiri, bilimi, bir karşı-hafıza makinesinin parçaları gibi kullanmak, noktaları birleştirir gibi, gemici düğümleri atar gibi bir araya getirmek… Bu kara ütopyadan ancak böyle çıkılabilir.