Kapitalist devlet üzerine kısa notlar

I

Çok uzun bir aradan sonra, Türkiye komünist hareketi yeniden devlet ve rejim konularını tartışıyor. Aydemir Güler’in Komünist’in 6 Ocak sayısında yayımlanan “İkinci Cumhuriyet’e Geçiş: Öznel bir saptama mı?” başlıklı yazısı bu alanda önemli bir katkı oluşturuyor. Bu gerçekten sevindirici.

“Devlet” kavramı etrafındaki teorik tartışmaların ortadan çekilmiş olması, AKP’nin yükseliş sürecinde içine düşülen vahim hataların, boş beklentilerin oluşmasında, önemli bir role sahip.

Örneğin, kimi “solcular”, modern komünizmin tarihinin devlet üzerine zengin teorik birikiminden yararlanmak yerine, kültür endüstrisinde üretilen kanaatlerle hareket etmeyi seçmeselerdi, AKP Hükümeti’nden, (devlet olarak nitelenen “şey”in özelliklerini düşünmeye zahmet etmeden) haklar ve özgürlüklerin geliştirilmesi anlamında bir “demokratikleşme”, “Kürt sorunu” konusunda bir “çözüm” beklemez, “Evet ama yetmez” saçmalığıyla ortalığa atlamaz, bu beklentilerle bizzat AKP hükümetinin, onu taşıyan siyasi hareketin yükselmesine katkıda bulunan “yararlı salaklar” konumuna düşmezlerdi.

Bu tür saçmalıkların yeniden sol içinde ortay çıkmasını engellemek, daha çıkarken tanıyarak, yerli yerine (kapitalist sınıfın yanına) koyabilmek için devlet kavramıyla ilgili teorik tartışmaları canlandırmak ve hızlandırmak gerekiyor.

II

Genel olarak kapitalist devletin özellikleri, Marksist devlet teorisi, özel olarak da Türkiye’deki devletin “Tipi”, “Biçimi”, “Rejimin niteliği”, Türkiye komünist hareketinin (tüm akımlarıyla birlikte) en kitlesel, en umutlu, en örgütlü, yaygın ilişkilere ve toplumda en geniş etkiye sahip olduğu 1970’lerde, en çok tartışılan, üzerinde en çok deneme yazılan alanlardan biriydi.

Dahası bu tartışmalar, komünist hareketin kadrolarının teorik merakından, salt Marksizm’i geliştirme kaygılarından kaynaklanmıyordu. Bu hareket, neredeyse bütünüyle, siyasi (iktidara talip olma anlamında) faaliyetini inşa ederken, devlet üzerine yaptığı saptamalardan çok büyük ölçüde yararlanıyor, hatta, bu faaliyetinin en önemli özelliklerini, hedefini, bu saptamalardan çıkarsıyordu. Bu öyle ciddi, önemli, kararlı bir ilgiydi ki, “devlet”in niteliğiyle ilgili olarak geliştirilen, “oligarşik diktatörlük”, “tırmanan faşizm”, “açık/gizli faşizm”, “faşist diktatörlük, “siyasi gericilik” türünden çeşitli analizlerden hareketle ulaşılan kimi siyasi sonuçlar kimi zaman trajik durumlara yol açabiliyordu.

O zaman komünist hareketin hemen tüm akımları, devletin doğasını esas olarak kavramış, eski bir deyişle devletle, iktidarla, gerçekten karşı karşıya gelindiğinde, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” uyarısındaki ikilemle de karşı karşıya kalınacağı gerçeğini daha baştan kabul etmişlerdi. Bu konuda ne kadar haklı ve gerçekçi olduklarını, 12 Mart Darbesi’nde, “1977 1 Mayısı”nda, sonra Maraş katliamında, nihayet 12 Eylül askeri darbesinde gördüler. Tüm bunlara karşın “devlet” tartışması 1980’lerde giderek devreden çıktı ve yerini, son derecede yüzeysel bir “post modern” sivil toplum- devlet ikilemi, salt kaba kanaatlerden kaynaklanan demokratikleşme umudu aldı. Liberal demokrasinin tarihiyle, demokrasiyle diktatörlük arasındaki akrabalıkla çok az kimse ilgileniyordu, devletler arası ilişkiler alanında, emperyalizm kavramı ortadan kaybolmuş, demokrasi ve devlet kavramları sorgulandığında imkansızlığı hemen kendini göstermeye başlayan bir “Demokratik devletler birbiriyle savaşmaz” savına dayanan bir fantezi dünyasında yaşamaya başlamıştık.

Geride bıraktığımız 10 yıl içinde, yaşamın pratiği bu teori taklidi yapan fantezinin mistiğini ortadan kaldırdı, onu tüm çıplaklığıyla “bir fantezi olarak” gözler önüne serdi. Mali krizle birlikte “sağ” devletin önemini yeniden keşfeder (var olan biçimler artık istenen sonuçları vermediğinden) liberal demokrasiye alternatifler arar, aslında çoktan şekillenmeye başlamış biçimlerin teorisini yapmaya, geliştirmeye çalışırken, komünistlerin de devlet konusuna, 1970’lerdeki ciddiyetle dönmeye başlaması giderek büyük bir önem kazanıyor.

Aydemir Güler’in yazısı işte bu açıdan bence önemli üzerinde durmak, Aydemir’e yaklaşımını daha da geliştirmesine olanak verecek soruları sormak, eleştirileri yöneltmek, bu sırada paralel ya da varsa karşıt çalışmaları da hızlandırmak gerekiyor.

III

Aydemir Güler’in “Birinci Cumhuriyetin yıkılışı, ve İkinci Cumhuriyetin kuruluşu” değerlendirmesiyle gündeme getirdiği, devlete ilişkin önemli bir “değişikliğe” işaret eden saptamasına katılıyorum. Bence Aydemir’in bir önceki Cumhuriyet'e geri dönmenin olanaksızlığına, bunu ayakta tutan sınıfların ve sınıflar koalisyonunun (iktidar bloku?) dağılmış olmasına yaptığı vurgu da çok yerinde. Aydemir “Birinci ile İkinci Cumhuriyet arasındaki farkın en önemli boyutu, komünist hareketin strateji güncellemelerinde ve somut açılımlarında ortaya konabilir” derken de devlet tartışmalarının en önemli özelliğine “radikal siyasi çekirdeğine” işaret etmiş oluyor. Tüm bu saptamalarımdan sonra ben de “tartışma sürmelidir” çağrısına katılıyor, bu anlamda “etik bir sorumluluk” olarak cevap vermek (diyaloga girmek anlamında) gerektiğini düşünüyorum.

IV

Bu çağrıya cevap verirken, kendime “nereden başlamalı” diye sorunca “başından başlamalı” diye düşündüm. Şöyle: Önce genel olarak Kapitalist devlet üzerine, Komünist/Anarşist hareketin geleneği, “eleştirel teori” denen daha geniş bir alanın ürünleri içinden kazandığımı düşündüğüm saptamalarımı aktaracağım. Aşağıda, özetleyeceğim yaklaşımı ve değerlendirmeyi kolaylaştırmak için, alıntı yapmak yerine, bana kritik noktalarda esin kaynağı olan kimi yazarların adlarını anmak istiyorum.

Benim açımdan, devlet üzerine düşünme sürecimin başlangıcında, Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx’ın Kapital, Cilt III’de XLVII. bölüm, II. Alt bölümdeki “egemenliğin ve bağımlılığın dolayısıyla devletin özgün biçimi” üzerine olan paragraf, Lenin’in Devlet ve Devrim, (ama benim için) daha da önemli olan Devlet Defteri (Mavi defter) oluşturuyor. Ondan sonra Antonio Gramsci, 1970’lerde devlet tartışmalarının en canlı döneminde, kapitalist devlet tipini, sermaye ilişkisinden türetmeyi deneyen “Alman Okulu” nun katkıları, tabii Poulantzas geliyor.

Bundan sonra benim de konuyla ilgili okumalarımda (SSCB’deki devlet tipi üzerine tartışmalar bir yana) 1990’ların sonuna kadar uzanan bir boşluk oluştu, ta David Harvey’in Kapitalist üretim tarzı altında mekanın üretimi üzerine yazdıklarını, özellikle 1985 tarihli “Kapitalizmin jeopolitiği” makalesini okuyana kadar. O makaleyi okuyunca, sermaye birikim rejimleri, düzenleme sistemleri üzerine Fransız “Düzenleme okulu”ndan öğrendiklerim, Foucault’un, iktidarla ilgili, nüfus kontrolü, disiplin ve cezalandırma üzerine tarihsel gözlemleri, “hakikat rejimi” gibi kavramları yeniden anlam kazanarak bir araya gelmeye başladı. Deleuze ve Guattari’nin, “kapitalist makine”, Lacan’ın “Reel” kavramları da devleti düşünme çabalarıma yardımcı oldu, olmaya da devam ediyorlar.

Bu teorik haritayı daha fazla uzatmadan, belki son olarak Bob Jessop’un çalışmalarını da andıktan sonra devleti düşünme modelimi kısaca özetlemeye geçebilirim.

V

Hemen vurgulamak isterim ki ben kapitalist devleti ne bir araç ne de bir kurum olarak düşünmekten yana değilim. “Araç” bir pasiflik, eline geçirenin istediği gibi kullanabileceği bir nötrlük ima ediyor. “Kurum” ise başı sonu, sınırları belli, saptanmış bir yapıntıya işaret ediyor. Ben devleti özellikle, belli sınıfsal nitelikleri olan siyasi güç odakları, daha doğrusu, sınıf iktidarının kristalleştiği düğüm noktaları arasında oluşmuş bir örüntü (network) olarak düşünmekten yanayım: Bu bağlamda, devlet deyince aklımda, sürekli hareket halinde, adeta macun gibi belli bir plastikliğe sahip, sınıf mücadelesinin basıncı altında, sınırları daralan genişleyen ama her zaman sınırlarında bir belirsizliği koruyan, girdilerle beslenen çıktılar üreten bir “organizma” şekilleniyor.

Daha açılmış haliyle şöyle özetlemeyi deneyebilirim: Ben Kapitalist toplumda devletin, sermayenin mekan ve zamanda hareketini, zamanı ve mekanı düzenleme süreçlerini kolaylaştıran, kar oranları karşıt eğilimlerinin hareketini düzenleyen (düzenlemeye çabalayan), ekonomik kriz sırasında bu yönde gereken mali, kurumsal değişiklikleri gündeme getiren, emek denetim sistemlerini, biopolitiği pratikte uygulayan, uygulanmasına bekçilik eden, ideolojik aygıtları yaratan, olanları yaşatan, ya da imha eden, sermayenin yeniden üretim sürecine uygun öznellikleri oluşturan kültürel süreçlerin gelişmesini teşvik eden, destekleyen, bir organik ilişkiler ağı, bir “organizma” olarak düşünülmesinden yanayım.

Bu bağlamda, devletin politikalarıyla, reflekslerini, (a) bu organizmanın kendi ideolojik/kültürel yapılanmasının, personel kaynağının sınıfsal özelliklerinin, yönetim teknolojisinin, güç noktalarını birbirine bağlayan ağın fiziksel özelliklerinin oluşturduğu iç yapılanması, diğer bir deyişle, onu toplumun geri kalanından ayrı bir organizma olarak tanımlamamıza izin veren belirleyici karakteri olduğu kadar, (b) bu organizmanın yaşaması için gerekli girdilerin özellikleri de belirleyecektir.

Bu girdileri, esas olarak, ideoloji/ kültür, personel, mali kaynaklar, yönetim ve iletişim bilgi işlem, disiplin, cezalandırma ve kontrol teknolojileri oluşturur. Bu girdiler devletin organizması içinde metabolize edilerek (işlenir-tüketilir)siyasi karar ve reflekslere dönüşür.

Girdiler - organizma (metabolize etme süreci) - siyasi çıktılar, bir sınıflar matrisinden, başka devletlerden, dolayısıyla bir egemenlik bağımlılık ilişkileri zincirinden oluşan bir “ekosistem”de gerçekleşir. Bu ekosistem bu girdilerin özelliklerini, organizmanın metabolize etme hızını, girdilerin tedarikinin, çıktıların üretiminin, toplumda işleme süreçlerinin kalıcı olup olmayacağını belirler. Buna karşılık, bu organizmanın refleksleri, genişleme daralma halleri, çıktıları bu ekosistemi sürekli değişmeye, yeniden şekillenmeye zorlar.

VI

Son olarak devletin “varoluş” koşulları üzerine düşünür ve çalışırken ulaştığım kimi sonuçları paylaşmak istiyorum. Bu bölüme, “Devlet nedir?” gibi ilk anda çok garip gelen bir soruya ilişkin bir anekdotla başlayacağım. Birkaç yıl önceydi ODTÜ’de bir uluslararası sempozyumdan sonra, misafirlerden bir kısmıyla, daha dar bir toplantı, fikir alış verişi yapmak için bir araya geldik, Alex Callinicos, Kees Van der Pjil, Galip Yalman birkaç başka akademisyenin yanı sıra bir grup doktora öğrencisi de vardı. Emperyalizm, kriz, küreselleşme derken konu devlet kavramına doğru geldi, ben yıllardır beni rahatsız eden bir soruyu ortaya attım: Devlet nedir? Ne zaman devlete baksam ancak bir parçasını görüyorum. Tamamını neden göremiyorum? Tamam, polis devlettir, ama devlet polis değildir. Asker devlettir, mahkeme devlettir ama devlet ne mahkeme ne askerdir gibi... Bu bağlamda tamamını bir türlü görmediğim, deney alanım içine alamadığım, ama her zaman karşımda duran “şey” nedir? Bu soruyla, tam bir cevap bulamadan bir süre oyalandık. Son anda Kees, bana göre çok anlamlı, kafamı açan bir ifade kullandı. Kant’ın III. Kritik’te geliştirdiği “yüce” (sublime) kavramına atıfla, “state is a sublime object” (devlet yüce bir nesnedir) dedi.

Gerçekten de, devletin parçalarını kavrarız, bunların bir bütünselliğe ait oluğunu hayal ederiz, hissederiz, ama bütününü “kavrayamayız”. Bu da bizde devlete karşı korku, saygı, huşu, şaşkınlık, hayranlık gibi özel bir grup duyguyu, onu ve politikalarını kabullenme eğilimini oluşturur.

Gerçekten de devlet yukarıda değindiğim parçalar değildir ama bu parçalar devlettir. Bence devlet bu parçaların birlikte bir “bütün” oluşturmasına olanak verdiği varsayılan örüntü (ilişkiler ağı) var olduğu müddetçe, hatta o örüntü olarak var olur.

Bu varsayım (toplumun devleti algılayışı) zayıflamaya başladığında örüntü zayıflamaya başlar, devlet krizi ortaya çıkar. Bu varsayım kaybolmaya başladığında da örüntü çözülmeye, devrim olmaya başlar. Bu varsayım sınıflar mücadelesinin basıncıyla, ya da bir dış travmayla (işgal gibi) tümüyle dağılabilir.

Devlet bu parçaların arasındaki örüntünün var ettiği bir şeyse, buradan, varlık, varoluş ve görüntü kategorilerinden hareketle düşünmeye devam edebiliriz.

Bu noktada Platon’un “mağara” metaforunun materyalist bir okuması bize yardımcı olabilir. Bu “metaforda” üç unsur ve düzey var, biri mağaranın dışında var olan ve içindekilerce bilgisine doğrudan ulaşılamayan “şey” (Formlar). İkincisi, içerde mağaranın duvarına yansıyan, içerdekilerin yaşam dünyasına, deney alanına giren gölgeler. Üçüncüsü, bu gölgelerin, içerdekilerin bu gölgeleri kavramasına olanak veren görüntüleri (şekilleri).

Devleti oluşturan, tüm parçaları birleştiren örüntüyü, mağaranın dışındaki (bütünlüklü olarak kavranamayan şey) “varlık” kavramıyla betimler, mağaranın dışındakini, devletin tümüyle var olma halini, ontolojik düzey olarak kabul edebiliriz.

Devletin bu varlığının, günlük yaşamımıza, burada, şimdi (zaman ve mekan içinde),deney alanımıza giren parçalarını (mağaranın duvarındaki gölgeler) “varlığın” (ontolojik düzeyde devletin), “yaşam dünyamızdaki hali” varoluşu (existence) olarak düşünebiliriz. Son olarak, bu “varoluşun” bizim tarafımızdan algılanan halini ifade etmek için de görüntü kavramından yaralanabiliriz.

“Varoluş” durumunda bu varoluşun içeriğindeki bileşenlerin arasındaki göreli ilişkilerin denklemi bize, bir görüntü verecek, bu unsurların arasındaki ilişkiler değişince, “varoluş”un içeriği aynı kalmakla birlikte bu görüntü değişecektir.

Bu felsefi modeli devlete uygularsak, Marx’ın Kapital Cilt III’de vurguladığı “egemenliğin ve bağımlılığın... özgün biçimi” saptamasını, devletin varlık, ontolojik düzeyine ilişkin bir tanımlama olarak düşünebiliriz. Bunun “varoluş” haline gelince, kapitalist devletin, monarşist, “demokratik”, Faşist, oligarşik gibi biçimlerini konuşabiliriz. Bu “varoluş”u oluşturan bileşenlerin arasındaki düzen (birbirileri karşısındaki ve bütün içindeki göreli “varlık yoğunluklarını”, etki güçlerini ifade eden denklem) değiştikçe, devletin biçimi sabit kalmak koşuluyla “rejimi”, bu biçimin bize kendini gösteriş, bizi etkileyiş hali değişmeye başlayacaktır...

Buna karşılık devletin biçimindeki değişiklik, “egemenliğin ve bağımlılığın özgün biçimi”, varlığının tanımlayıcı ilişkisi, sabit kalmakla birlikte, devleti oluşturan ilişkiler ağına, örüntünün içine giren unsurların, kapsanan iktidar noktalarının değişmesinin, var oluş düzeyinde yaratacağı sonuçlara ilişkin olmalıdır.

Özetle, devleti düşünürken, farklı soyutlama düzeylerini (varlık, varoluş- görüntü /kapitalist devlet, farklı biçimler ve rejimler gibi) göz önüne alarak düşünmek gerekecektir.

VII

Bu düşünceler üzerinden devam edersem, I. Cumhuriyet'ten, II. Cumhuriyet'e geçişin, hangi anlamda bir değişikliğe karşılık olduğu sorusu kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Devletin kapitalist devlet olmaya devam ettiği konusunda bir kuşkumuz sanırım olamaz. Geriye, bir biçimden öbürüne geçiş mi, yoksa biçim (varoluş özellikleri) aynı kalmak koşuluyla, görüntüde yaşanan (rejime ilişkin) bir değişiklik midir söz konusu olan?

Aydemir Güler’in çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu “öte”nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının, yaşam dünyamızdaki özeliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum.