Engin Solakoğlu

Kıbrıs sorunu Türk-Yunan ilişkilerinin, iki ülke arasındaki sorunlar paketinin içinde mi, dışında mı? Biraz daha farklı ifade edersek iki sorun arasındaki ilintinin mahiyeti ne?

Elma, armut, ceviz

Engin Solakoğlu

Yazılı olmayan kuraldır: Sonu 5’le ya da 0’la biten yıldönümleri genellikle diğerlerine göre gündemde daha çok öne çıkar. Hele 25, 50, 75, 100 filan söz konusu olduğunda kutlamanın veya anmanın çapı büyür. Türkiye’nin Kıbrıs çıkartmasının 50. yıldönümü de buna uygun olarak geçmiş yıllardaki törenlere kıyasla daha fazla yer buldu Türkiye medyasında. 

Yelpazenin en sağından en soluna herkes bir şekilde kalem oynattı, yorum yaptı. Nadir durumlar dışında Kıbrıs’ta olup bitenlere pek de aldırmayan görsel medyada Kıbrıs sorununa, atını itini nallayıp adaya taşınan Türkiye siyasi erkânı üzerinden şöyle bir dokunuldu ama sonra yeniden hamasete, fütuhat güzellemelerine, kahramanlık öykülerine geri dönüldü.

O arada sanırım ben de ilk kez ana akım sayılabilecek bir kanalın haberlerine bağlanıp Kıbrıs konusundaki görüşlerimi açıklama fırsatı buldum. İtiraf edeyim ki çok sevindim. Bu vesileyle iyi bildiğimi düşündüğüm, sürekli kafa yorduğum, daha fazla öğrenme iradesini hiç yitirmediğim bir konunun hâlâ yeterince üzerinde durmadığım bir yönü bulunduğunu da fark ettim. 

1994’ten beri mesleki olarak takip ettiğim, yine aynı tarihten beri kişisel olarak da hiç kopamadığım Kıbrıs sorununun elbette birçok farklı boyutu, uzantısı yönü var. Belki de bu nedenle görmeyenlerin odada bulunan file dokunarak hayvanı tanımlamaya çalışmaları gibi bir durum yaşanmasını olağan karşılamak gerek.

Dün o kanalda konuşurken gelen sorular, sonrasında da yakınlarımdan aldığım geri dönüşler sebebiyle genel bir kafa karışıklığı yaşandığı konusunda ikna olduğum bir sorunsal daha ortaya çıktı Kıbrıs’a dair: Kıbrıs sorunu Türk-Yunan ilişkilerinin, iki ülke arasındaki sorunlar paketinin içinde mi, dışında mı? Biraz daha farklı ifade edersek iki sorun arasındaki ilintinin mahiyeti ne?

Bizim Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları içinde telakki ettiğimiz ana paketin içerisinde neler bulunduğunu bir anımsayalım. Aslında birçok komşu ülke arasında yaşanan sorunlarla benzeşen sınır meseleleri. İşin içine bir deniz, hele ki binlerce ada ve adacığın bezelye taneleri gibi dağılmış olduğu, yarı-kapalı Ege gibi atipik bir deniz girince sınır sorunları daha da karmaşık hale geliyor doğal olarak. 

Karasularının belirlenmesi bunların başında geliyor. Zira karasuları diğer deniz parçalarından farklı olarak ülke topraklarınızın tartışmasız bir parçası sayılıyor uluslararası hukuka ve teamüle göre. Vatan kavramını boya kutusuna daldırarak Çin tezlerinden apartılmış terimlerle lüzumsuz hamaset yapanların iddia ettiğinin aksine bir ülkenin topraklarına yani “Vatan”a dahil olan tek deniz parçası bu. Bu yüzden de sınırlarının belirlenmesinin önemi büyük.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların en önemlisi karasularının belirlenmesi. Halen uygulama 6 mil. Yunanistan BM Uluslararası Deniz Alanları sözleşmesine dayanarak 12 mil istiyor, Türkiye 12 millik sınır belirlenmesinin Ege’yi hem kendisine hem de uluslararası seyrüsefere kapalı bir Yunan denizi haline getireceği gerekçesiyle karşı çıkıyor. 

Bununla bağlantılı olduğu kuşku götürmeyen bir diğeri de hava sahası sorunu. Yunanistan 10 mil diyor, Türkiye bunun fiilen uygulanamaz olduğunu söylüyor. Çok teknik konulara girmek istemiyorum ama bir de az telaffuz edilen F.I.R (Uçuş Bilgi Bölgesi) hattı meselesi var.

Denizden devam edersek, Türkiye’ye yakın adaların statüsü bir diğer konu başlığı. Lozan Antlaşması’yla getirilmiş olan silahsızlandırılmış statünün Montrö sonrasında değişip değişmediği konusunda iki ülke arasında yorum farkı mevcut. Aidiyeti belirlenmemiş ada ve adacıklar meselesini de bunun altına ekleyebiliriz.

Sonra yıllardır devam eden Kıta Sahanlığı’nın tespiti ile nispeten daha yeni sayılabilecek bir konsept olan Münhasır Ekonomik Bölge’nin (EEZ) belirlenmesi başlıkları geliyor. Son yıllarda daha fazla konuştuğumuz Ege ve Doğu Akdeniz’in “doğal kaynaklarının” sermaye tarafından yağmalanmasına dair kavga da işte bununla ilintili. Hâlâ denizdeyiz ama karaya da çıkacağız şimdi.

Azınlıklar sorunu. Ömrünü tamamlayıp tarihe karışmış bir imparatorluğun bıraktığı miras. Yunanistan’da Türk azınlığın, Türkiye’de ise Patrikhane’nin hakkı, hukuku, statüsü ve geleceği. Denklemin Türk tarafına Rum azınlık yerine “Patrikhane”yi koymamın bir sebebi var. Teorik olarak yanlış ama İstanbul’daki Rum azınlık artık soluk gölgeye dönüştüğü, daha doğrusu dönüştürüldüğü için fiilî olarak gerçekle uyumlu olduğu kanısındayım.

Hem karada hem denizde devam eden bir diğer mesele ise göç. Göçün engellenmesi, engellenmemesi ve bu arada kullanılan insanlık dışı yöntemler.

Daha fazla ayrıntıya girmek niyetinde olmadığım için bu ikili sorunlara daha uzun değindiğim iki yazının linklerini şuraya ve şuraya bırakıyorum.

Peki Kıbrıs sorununun yukarıda özetlemeye çalıştığım paketle ilişkisi ne boyutta? Belki de en doğrusu soruyu şu şekilde formüle etmek: Kıbrıs sorunu çözülürse Türk-Yunan sorunları da ortadan kalkar, uzlaşma yolu açılır mı?

Bu sorunun yanıtı çok kolay. Kesinlikle hayır. Bırakın sorunu çözmeyi Kıbrıs adasını toptan ortadan da kaldırsanız bunun ikili pakete etkisi marjinal düzeyde olacaktır. Öncelikle Türk-Yunan sorunları teknik olarak da politik olarak da Kıbrıs sorunundan bağımsızdır.

Bu kısım yeterince açık olduğuna göre bir de tersinden soralım. Türk-Yunan sorunları çözülürse Kıbrıs meselesi de otomatik olarak hallolur mu? Bu soruya getirilecek yanıtın öncekine kıyasla biraz daha nüanslı olması gerekiyor. Her şeyden önce Kıbrıs sorununun tarafları Türkiye ve Yunanistan’dan ibaret değil. Nedense akla pek gelmeyen, yazıp çizenlerce nadiren anımsanan bir Birleşik Krallık faktörü orada duruyor. Üstelik Birleşik Krallık da sadece Birleşik Krallık değil. İsrail’in Filistin halkına karşı sürdürdüğü sömürgecilik ve  soykırım siyasetinin son aşaması olan Gazze saldırıları sırasında da açık şekilde gördüğümüz gibi Birleşik Krallık’ın Kıbrıs’taki üsleri, ABD tarafından da Ortadoğu’ya yapılan her türlü emperyalist müdahale için etkin bir şekilde kullanılıyor. Bunlar sıradan askeri üsler değil, Kıbrıs literatüründe yaygın kullanılan isimle “egemen üs bölgeleri”. Örnek olsun, Birleşik Krallık AB üyesiyken bile bu bölgelerde AB mevzuatının bir bölümü uygulanmıyordu. Yani o kadar “egemen”! Demek ki, Kıbrıs’ta herhangi bir çözümün bu ülkenin ve ABD’nin desteği olmadan hayata geçmesi mümkün değil.

Kıbrıs sorununun yine çok sık unutulan iki tarafı daha var. Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halkları. Türkiye’de bu konuda ahkam kesenler belki de bilinçli olarak bu iki halka Türkiye ve Yunanistan’ın özgül iradeden yoksun basit uzantıları olarak bakıyorlar. Türk ve Yunan milliyetçiliğinin her iki tarafta güçlü ve tarihsel kökleri olduğu ne kadar doğru ise, iki halkın da “anavatanlar”a göre farklı kültürel, tarihsel ve siyasal kimliklere sahip oldukları da o kadar doğru. Bu yüzden, sorunu Türk-Yunan milliyetçiliklerinin çarpışmasına indirgeyici bir bakışın sorunun çözümüne bir katkı yapma ihtimali sıfırın altında. İki halkın istemediği bir formülü 7 düvel de dayatsa o gemi yürümez.

Toptancılık ticarette bir yöntem olabilir, genelleme bazı şeyleri kolay anlamamızı sağlayabilir ama bu yaklaşımların diplomaside, karmaşık uluslararası sorunlarda uygulanması genellikle felâketle sonuçlanır.

Muhtemelen Kıbrıs Harekatı’nın 60. veya 75. yıldönümüne kadar pek sık tartışmayacağız ama aklımızın bir köşesinde bulunsun: Kıbrıs sorunu Türk-Yunan uyuşmazlıkları paketinin organik, doğal bir parçası değildir. Türk-Yunan sorunlarının çözümünün Kıbrıs’ta göreli bir rahatlama yaratacağı kesin de olsa, bunun başlı başına bir çözüm dinamiği oluşturacağı düşüncesi de bu yüzden temelsizdir.

Ceviz de ağaçta yetişir ama elma veya armut gibi ısırarak yemeğe kalkışırsanız dişinizi kırarsınız.