Umut

İnsandan umut kesilir mi? İnsandan umut kesmek, çok tepeden mi bakmak olur insana? Umudu nerede tüketmek nerede üretmek gerekir? İnsan derken, kötülük derken, umut kırıklığı derken özcü davranıp insanı var eden tüm o toplumsal ilişkiler sarmalını görmezden gelmiş olmaz mıyız? Sadece insana yönelen öfke, sadece insanda cisimleşmiş gibi görünen sakillik, cehalet ve kötülük, onca sosyal bir varlık olan her tekimizi tüm o toplumsal ilişkiler bütününden soyup soğana çevirmek olmaz mı? Öfke tekil bireylere yöneldiğinde bu tekil bireyleri var eden sistemi görünmez kılmıyor muyuz? Peki, öfkelenme hakkımız saklı kalmayacak mı? Öfkelenmemeli miyiz? Örgütlü kötülüğe, örgütlü kötülüğün ucubeleştirdiği insanlara bakarken nereye kadar içimizdeki fırtınayı bastıracağız da, “bir bebekten katil yaratan sistemi” odağa koyacağız? 

İNTİHAR ETMEYECEKSEK…

Adalet Ağaoğlu’nun “Bir Düğün Gecesi” romanında o çok bilinen “İntihar etmeyeceksek içelim bari” repliğini “mutsuzluktan delirmeyeceksek örgütlenelim bari”ye çevirmek çok mu imkânsız… Adını bilmediğim yazılmayı bekleyen bir romanda, adını bilmediğim bir karakterin çıkış cümlesi olabilir bu… Hikâye nasıl başlar? Rutini ya da alışkanlık döngüsünü değiştiren beklenmedik bir “şey” olur. O şey, bizi değişmeye, kendi içimizdeki kahramanı keşfetmeye çağırır. Karar vermek elbette kolay değildir. Karar anı acılıdır; sancılıdır; belalıdır. Bir o kadar da kaçınılmazdır. Karar verememe durumu, ölümüne huzursuzluktur, yemekten içmekten kesilmek ya da yemeğe içmeye oburcasına düşkünlük olarak tezahür edebilir. Reçeteler uçuşur, baharda kelebekler gibi… Evet susmalı. Umuda dönmeli. Araf’ta kalmalara prim vermemeli…

İnsandan umut kesmek mi? Çocuklarımın gülen gözlerine bakarken buna nasıl ikna olabilirim? 

İstanbul NHKM’deki Yazlık Sinema gösterimlerinde –mottosu da “Bu düzen böyle mi gidecek? / Pireler filleri yutacak”tı- Yılmaz Güney’in umutsuzluğun filmi olan “Umut” gösterimdeydi. Bu film üzerine konuşurken, 2014’te filmle ilgili yazdığım makaleyi karmakarışık olan arşivimden epey bir arayarak çekip çıkardım. Cabbar’ın çaresizliği ile karşılaştım. Şöyle yazmışım: 

“Bir sanat eseri olarak her film, kendi toplumsal ağını, üretim ve alımlama koşullarını aşan bir fazlalığa, yoğunluğa, kıvama sahiptir. Zaten sinemayı sanat yapan da bu kıvamlı yoğunluğun anlam yaratma kapasitesidir. Bu anlamıyla sosyoloji doğrudan sinemanın sözünü bire bir bilimsel dile tercüme edemez. Sinemada yer alan imgeler, sessizlikler, anların içe ve dışa doğru yoğunluğu kendine özgü bir kurmaca dünyanın bize yansıttıklarıdır.  Bu yüzden, sinemanın sanatsal dilinin hakkını veren ustalıklı yorumlar getiremedikleri sürece, analitik sosyoloji kavramları bu kıvamı tüm boyutlarıyla yakalayamazlar. Öte yandan sinemasal kurmaca başlı başına tarihsel ve toplumsal koşullara bağlı bir üründür ve sosyolojiden uzaklaşıldığında ve sosyolojik tercümesi ve alt okuması eksik bırakıldığında kendi içine kapanarak sonsuza kadar uyuması mümkün hale gelir. Gerçekliği uyandırmak ise, kurmacanın analiz edilmesiyle mümkündür.”

Gerçeklikleri uyandırmak gerekli… Unuttuklarımızı hatırlamak, kuşbakışı baktıklarımızda derinleşmek… Yoksa hiçbir şey bugünden başlamıyor. Geçmişe dönüp bakıldığında ne çok emek, ne çok çaba, ne çok üretim, ne çok birikim var; her başlıkta… Evet, hiçbir şey, bugünden, bu andan ya da kendi bilebildiklerimizden başlamıyor, hayır. Yılmaz Güney’in filmleri de böyle… Unuttuysak dönüp izlemekte fayda var.

CUBA Sİ, YANKEE NO!

Ancak başka bir karşılaşmayı da şuraya not etmeden geçmeyeceğim, okuyorum.  Fidel Castro’nun “Beni Tarih Aklayacaktır” savunması, Moncada Kışlası baskınının ardından yargılandığı davada yaptığı dört saatlik konuşmadan oluşuyor. İnanılmaz. Çok etkileyici… Küba Devrimi’nin bir panoraması niteliğinde… Kıvanç verici… 

Şu yaz sıcağında üzerimize tozlu ter gibi yapışmış umutsuzluğu çekip alıyor. Şöyle sesleniyor ve ne kadar güncel: 

“Bizim mücadele çağrımıza ölümüne katılacak insanlar kimler midir? Bakın söyleyeyim: Çalıp çırpmayı akıllarından bile geçirmeyen, onuruyla kazanmak istediği bir dilim ekmeğin peşinde her mevsim bir yerden diğerine ha bire göçmek zorunda olan yersiz yurtsuz altı yüz bin dürüst Kübalı; tek odalı derme çatma kulübelerinde sefil bir yaşam sürmeye mahkûm edilmiş, yılın ancak dört ayında çalışacak iş bulabilen, geriye kalan süredeyse çoluk çocuk açlıktan kıvranan, ailece yaşamak zorunda bırakıldıkları koşullar taş yüreklileri bile duygulandıracak, bir avuç ekecek topraktan mahrum beş yüz bin sabit tarım işçisi; kıdem tazminatları alenen ceplerinden çalınmış, fazla çalışma ve tüm diğer ek ücret hakları yok sayılan, gecekonduya ev bellemiş, patrondan kopartabildikleri bir gıdım maaşı da anında tefeciye kaptıran, sürekli ücret kaybına katlanıp işsiz kalmaktan da bir şekilde kurtulsalar bile gelecekte kendilerini hep gece gündüz çalışma ve de erken ölüm bekleyen dört yüz bir sanayi işçisi ve hizmetlisi; kendilerine ait olmayan toprakları tıpkı feodal zamanlardaki gibi ürünün yarısını ağaya vermek şartıyla yarıcı usulü ekip biçmek zorunda olup günün birinde hükümetin ya da Kır Muhafızları’nın çıkıp gelerek kendilerini buradan atacağı korkusuyla o toprağa bir meyve ağacı, bir sedir bile dikemeyen, bu yüzden de emek verdikleri toprağa bir türlü bağlanamayan, ömürlerini adeta Musa’nın vaat edilmiş topraklara kavuşma çaresizliğiyle tüketmek zorunda olan yüz bin küçük çiftçi ailesi; kendilerini, kendilerine yapılan onca kötü muameleye, ödenen onca düşük ücrete rağmen gelecek kuşakları insana yakışır bir biçimde yetiştirmeye adamış, otuz bin fedakâr öğretmen ve öğretim üyesi; sürekli kötüye gitmekte olan piyasa koşullarına, ekonomik krize, her devlet kurumunda mantar gibi biten rüşvet düşkünü ahlaksız memurlara rağmen….”

Böyle gelir işte, serin serin bir Küba esintisi bu cehennem sıcaklarında…Umut bu esintinin geldiği yönde…