Tutunamayan Ahlat

Nuri Bilge Ceylan’ın seyircisini yine taşraya taşıdığı Ahlat Ağacı filmi ile kurduğum ilişki üzerine kafa yoruyorum iki gündür. Zira filmi Perşembe günü izledim. Alışveriş merkezinin büyükçe salonunda on kişiyi bulmuyorduk. İlk yarının bitimini beklemeden çıkan dört kişiyi de hesaba katınca, bize özel gösterimdi diyebilirim. Filmi beğendim.

 Bir Zamanlar Anadolu’da ve Kış Uykusu’ndan itibaren yeni filmlerini merakla beklediğim bir yönetmen oldu Nuri Bilge Ceylan. En büyülendiğim Bir Zamanlar Anadolu, evet. Onu tahtından indiremedi Ahlat Ağacı ancak taşra sıkıntısını, sıkışmışlığı, çaresizliği, kabına sığamamakla kendine güvensizlik arasında gidip gelen Sinan’ın hikâyesini ne güzel resmediyor. Onun küstahlığın çeperlerinde gezindiği nobranlığını; derin çaresizliği ile insan ruhunun tekinsiz, kırılgan, tehlikeli ve buruk sularında tam derinleşecekken tiksindiği atom bombası atılası taşra gibi sığ ve sıradana dönüşme yalpalamalarını; “bezelye taneleri gibi birbirine benzeyen bir sürü insan”dan biri olma ihtimalini izlerken hissettirdiği iç ezikliğini sevdim. Öfkelenmekle sevmek arasındaki sarkaçta “biz bize benzeriz” teslimiyetini ve çaresizliğini iliklerimde hissettim. 

“İnsan ruhu” diye bir şey var, evet. Bu doğaya alabildiğine derinlemesine dalmak, onu alabildiğine didiklemek, barındırdığı potansiyellerle birlikte kendini aynada çıplak görmenin ölümüne rahatsız edici yüzleşmesine gözlerini kaçırmadan bakabilmek… Kolay mı? 

Baba-oğul öyküsü Ahlat Ağacı. Öykü dediysem, babalar oğullara, oğullar, oğullara diye devam eden bir akışta biraz da kalp kırıklıkları, yitirilmiş hayaller, dünyanın “öyle” bir yer olduğunun idraki ile gelen dervişçe tevekkül, geçip gitmişe ağıt, geleceksizliğe isyan.

Umutsuz bir film mi peki? 

Ahlat ağacı ile tanışmak, onun hırçın ve inat tabiatını öğrenmek, şekilsiz, eciş bücüş, nadan ağaca başka gözlerle de bakabilmek büyük hayat dersi değil mi? İşte bunun için seviyorum yaşamayı, sanatı, kitapları, filmleri…  Şaşırtıcı, öğretici, heyecanlı ve dokunaklı… İnsan soyunun tüm tekdüzeliğine, sığlığına, çiğliğine, riyakârlığına rağmen bir yerlerden çıkıp geliverecek gibi beklediğim kıp kıp eden uzak bir yıldıza, bir işaret fişeğine, deniz fenerine…

Gelelim bizim Ahlat’a, hani “Küçük Kara Balık” gibi bir şey oldu çağrışım dünyamda ya da “Bir Şeftali Bin Şeftali” gibi… Çok mu kanırtıyorum çubukları, çok mu Polyanna oluyorum kimi zaman?  Ahlat ağacı (meyvesi ahlat armudu, bizim oranın deyişiyle çöğür armudu) girdi söz dağarcığıma ve imge evrenime. Az şey mi?  Yabansı, şekilsiz, ayrık bir ağaçmış meğer.  Nuri Bilge Ceylan’ın özellikle seçtiği, metaforik bir sağanak yaratarak filmini dokuduğu bir atmosferi ete kemiğe büründüren bir ağaç… Ortak belleğimizde birbirine akan bir imge. İşte sanatın gücü, demek istiyorum. Güzel. 

Niye sevinmeyeyim durup dururken? 

Dağda ovada ahlat gördükçe başka gözlerle bakacağım artık ona, eni konu kadim bir dostu görmüşüm gibi sevineceğim. Dokunmak isteyip, kuru ve buruk meyvesinden yemek isteyeceğim mevsim sonbaharsa…

“İnsan neden en yakınındaki hayatı yaşamak ister?” diyor Hatice. Kocaman bir soru havada asılı. Al işte. Şekillenmek, kıvamlanmak, başka türlü olmak, kabına sığmamak, yetinmemek, istemek, boyun eğmemek… Başka türlü bir şey benim istediğim,  hesabı.  Ama taşra insanı birbirine benzeyen bezelyeler gibi çok mu hesapçı? Görünmez bir sınırın ötesine geçememekten kaynaklı, zehrini içinde taşımak, zehirlenmek, çürümek. Yolun sonu bu mu? 

“İnsan neden en yakınındaki hayatı yaşamak ister?” Sinan’ın hayatı babasının hayatı olmak zorunda mı? Üstelik baba İdris, suyu aramaktan vazgeçmediyse, tüm yargılayanlara inat, ölümüne kaybetmiş, tutunamamış, olsa da. “İnsan sadece iyilik olsun diye iyilik yapamaz mı yani?” sorusuyla ne kadar da bezelye tanelerinden ayrıksı oysa. Yüzeysel ilişkilere sırtını dönmüş, uzaklaşmış, uzaklaşmış, doğaya ve kendine sığınmış emekli İdris Öğretmen.

Hani bir nehir romanın alıp götürmesi gibi, sayfa sayfa keyifle çevirdiğim, durup düşündüren, kimi zaman sayfa kenarlarına ufak ufak çiziktirmek gerektiren. Yüzeysel ilişkiler bulamacında, klişe replikler yamacında, ezberlerden duyulan bunaltının eşlik ettiği, samimiyetsizliklerin gırla gittiği, mutsuzluğun kendine teoriler bulmak istediği ülkemdeki atanamayan öğretmenlerden, çoksatar yazarlara, imamların saltanatına dair mutedil seyir halinde;  bir yanımda Oğuz Atay, bir yanımda Dostoyevski, öte yanda “Suyu Arayan Adamlar”…

Ama son söz… Kadınlar… Ahh Nuri Bilge Ceylan’ın kadınları. Kadın sevmezliği… O da başka yazının konusu olsun.  Bu duruma pek öfkeleniyorum, o ayrı.