Terennüm

“Ne alaka?” diye soruyorlar kimi zaman. Bunu şimdi niye söyledin. Onunla bunun arasında ne tür bir bağ var? Oysa olaylar ve olgular çoğu zaman birbiriyle ilintili, birbirinin nedeni ya da sonucudur.  Bir büyük fotoğraf içinde konuşlanmış, o büyük fotoğrafın yasallıkları içinde devinen, dönüşen, yol alan ve nihayete ulaşan bir seyir izlerler.

Apayrı, farklı, benzemez olarak görülenlerdeki gizli bağ, doğru bilimsel ve politik omurgayla içinden çıkılması mümkün görünmeyen tek tek olayları bir büyük çözümün parçası olarak adeta yap-bozun yerli yerine oturması gibi ışıltılı bir gerçeklik parıltısıyla apaçık eder.

Aydınlanma anıdır işte o. Başka türlü bakılır dünyaya, buzlar erimiş güneş doğmuş, sis dağılmıştır. Şüphesiz her şeye verilecek yanıtlar hazır beklememektedir heybede ama bizi gerçekliği götürecek olan patikanın taşları gümüşi göz kırpmalarla gönlümüzü çeler; gözümüzü kamaştırır. (Aydınlanma karşısında duyulan haz ise ömre bedeldir. Bu ışık çakımlarının bir de toplumsal olanı vardır;  oya gibi işlenebilirse toplumsal sağalma yaşatır.)

Fakat göz kamaşması bünyeye iki tür etkide bulunur.

Bir: Kör olmak.

İki: Ani bir evrimleşmeyle daha iyi görmek…

Gönül gözünün ani bir reaksiyonla açılması bir daha kapanmaması olarak bilinen ancak nadir rastlanan bu durumun ortaya çıkmasının en önemli nedeninin vicdan sahibi olmakla ilintili olduğu yapılan son araştırmalarda elde edilen bulgular arasında.  

Vicdan nedir, sorusuna gelince, ey okur ona da bir zahmet siz bakıverin.

Ancak önemlidir. Hafife alınmayacak denli yaşamsaldır. Kör olmak ya da tüm çakraların hizmetkârlığında kocaman bir göze dönüşmek.

Biraz da tercihtir bence her iki sonuç da. Evet, evet gizli bir tercih. Konformist bir nehir yatağıdır kör olmak mesela:  akışa göre, akış için.

Toplumsal iktidar aydınlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Doğru mu? Evet.

Peki, aydın mısın, diye sormak lazım mı?  Yine evet. Peki, bilgi ve eğitim yoluyla zihin aydınlanır mı? Aydın olunur mu? Hayır. Aydın olmak (entelektüel mi?) için vicdan gerektir çünkü. Aydına dönüşmek zor mudur? Kolay değildir zannederim. Hem de hiç. Çünkü yine ve her daim idrakle, gözle, niyetle, vicdanla ve elbette akılla yıkanmış olmak gerekmektedir. Başka türlü bir kumaş, başka türlü bir dokuma, başka türlü bir sanat. Haklılığın inadı ve yaşam boyu belalı bir gerçek aşkının ardından bıkıp usanmadan koşmak, koşmak…

Konu bin bir derinlikte, karmaşık  ama bir o kadar da sarih aslında. Yol uzun, doğru; yerimiz dar fakat. Ancak başta dediğim gibi birbiriyle fersah fersah uzakmış gibi görünen olgular arasında öyle bir ilinti, öyle bir bağ var ki işte bunu görmek için “Yedi Görenler”den olmak gerekli. 

He hey, güzelmiş… “Yedi Görenler”…

Pek sevdim.

Ben neredeyim? Nereden geldim buralara? Şudur:

Buradan nereye geleceğim. “Aydınlanma despotizmi” tepinmelerine.

Sosyal medyada bir video dolaşıyordu. İzleyince, yüz yıllardır biriktirdiğim öfke sağanak olarak yağdı, yağdı da dilime vurdu.

Anlatacağım.  

Mısır’da Bedeviler arasında hâlen uygulanan bir gelenekmiş. Yalanı ortaya çıkarmak için kurulan bir tür mahkeme var. Örf ve âdetlere dayalı bir konsey tören yapıyor. Bir kadın görüyoruz. Ağlamaklı ateşin önünde diz çökmüş, kızdırılan demiri yalaması isteniyor. Kadın, kocasının ailesinden 2 bin dolar çalmakla suçlanmakta imiş. Kadın kızgın, kor demiri üç kez yalıyor. Sonra diline bakılıyor, yanmışsa (ne demekse bu) kadın suçlu, değilse suçsuz ilan ediliyor.

Bilimi, aydınlanmayı sembolize eden her şeye düşman bir gelenek oluşageldi dünyada, “Yeni Dünya Düzeni” kavramlaştırmasını da arkalarına alarak “büyük anlatı”lara düşman, dünyanın açıklanabilir bir yanı olmadığına inanan, mit, din, teoloji, metafizik  bulamacına adeta tapan. Her tür açıklama, anlama ve değiştirmeye yönelik akıl yürütmeyi ve mücadeleyi “despotik”, “indirgemeci” olarak yaftalayan “macro”nun karşısına “micro”yu koyan, “genel”i “yerel”le yıkmaya çalışan; ikisi  arasındaki bütünsel ilintiyi görmeyi reddeden, parçayı biricikleştiren, parçayı bütünden ayırıp her tür anlama ve anlamlandırma girişimini reddeden başka tür bir paradigma. Yıkım paradigması.

Öyle ki gelip dayanılan nokta yukarıdaki kızgın demir geleneğidir, kadın sünnetini kültürel motif olarak tolere etmektir, aşıya dinî duyarlılıklarla karşı çıkmaktır, cemaatlerde sivil toplum ışıltısı görmektir… Ah, türlü kıyafet değiştirirler, maskeli balo ortasında bin bir sûrette görünürler. “Laiklik dîni”ne kafayı takmışlardır. Kimileri bugün “70 yıl reklam arası” derken 90’lardan itibaren “kanaat önderi”, “bıçkın entelektüel”, “tabu deviren” olarak janjanlanan ağabeylerinden el almışlardır. Ne sanıyorsunuz…

“Cumhuriyet’in kuruluş ve yerleşme (consolidation) yılları 20’ler ve 30’lar, hiçbir ülkenin ve ulusun tarihinde görülmemiş ölçüde trajik bir yırtılmadır. Bir başka ifade tarzıyla, böylesi bir “rupture” tarihte hiçbir insan kümesinin halkıyla aydınıyla başına gelmemiştir. ‘İnkilaplar’ yazıyı, giyim-kuşamı, insanların kültürünü, göreneklerini kısacasını kültürünü ve en önemlisi ‘kollektif belleği’ ve kimliğini değiştirmeye zorlayacak kadar katı ve radikaldir.”

Neresinden tutulur?

Cengiz Çandar yazmış, 1995 yılında Sabahattin Şenel’in derlediği Türk Aydını ve Kimlik Sorunu kitabında. Tabi, konuyla ilgili daha neler, neler yazılmış. İbretlik.

Uzattım, toparlayayım. Şunu da diyerek ama, dün İzmir Bergama’da yeni bir iş cinayetinde pamuk deposu ile tekstil atölyesi arasında duvarın çökmesiyle kaybettiğimiz 2 kadın işçinin ölümü ile “sınıf”ı “macro” alan mevzusu görerek reddeden “micro” sevdalılarının izi vardır ve buradan Mısır Bedevilerine uzanan bir kestirme yol…

Aydın mısın? Sormam lazım. Öyle, işte…