Sinop’tan Ötesi

Taşra sanki  yeknesaklığına eşlik eden bir haset duygusuyla kararmış gibi gelir bana. Uzayıp giden uzak duygusu her şeye karşı onulmaz mesafeyi ve gıptayı beraberinde getirir sanki. Taşra izler, taşra gözler, taşra iç geçirir,  taşra uzansa bile tutamaz, elinden kayıp gider hayal edilenler. Bu uzaklık, bu atılmışlık, bu terk edilmişlik duygusu içinde, bir gün “seni yeneceğim İstanbul!” repliğinde olduğu gibi öfkeyi ve yetersizliği içinde barındırır. Benzemeye çalıştığına sürekli bir haset ve gıpta arası tanımlanamaz bir duyguyla bakar, haberdârdır ama gidemez, eremez, ulaşamaz. Yetersizlik ve tamamlanmamışlık, yarımlık ve bitmemişlik bir büyük köyün sınırları boyu,boynunu sıkar ha sıkar taşra insanının.

Yakın taşra, uzak taşra…

Kayıp duygusu, yas duygusu, kabuğunu kırmaya çalışıp da yetersizlikleriyle yüzleşememiş insanın kabuğundan bir gün ola ki çıkabilme tutkusu.

Hepimiz irice bir taşrayız belki. İçimizin poyrazlarını ve karanlıklarımızı el yordamıyla tanımlamaya çabalıyoruz.  Öyle olmalı irice taşralarda, hissedilen ölümüne sürgünlük duygusu.  Bu duygunun elle tutulur hali  sanki : Üç tarafı denizle çevrili Sinop Kalesi.

Evliya Çelebi, “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.” diye yazmış. Azılı mahkûmlardan biri de zaman atlamasıyla Sabahattin Ali olacaktır. 1932 sonunda bir yıla yakın tutsak kaldığı kalede, yalçın kaleyi, denizin hırçın dalgalarını, rutubetin kemikleri takırdatan sinsiliğini ne güzel de dillendirmiş Hapishane Şarkısı’nda:

“Başın öne eğilmesin/Aldırma gönül aldırma/Ağladığın duyulmasın/Aldırma gönül aldırma. Dışarda azgın dalgalar/gelir duvarları yalar/seni bu sesler oyalar/aldırma gönül aldırma.”

Sinop Hapishanesi’ni gördüğümde, aslında şiirin kasveti, yalnızlığı, alacaklılığı nasıl da güzel geçirdiğini hissetmiştim. Sinop’ta mahkûm olanlar, bir de Sinoplu olanlar var elbet. Ahmet Muhip Dranas gibi. En sevdiğim şiiri Fahriye Abla değil yazık ki, sanırım içimi ışıltıyla, ışık tozlarıyla, tazelikle dolduran Serenad şiiri:

“Yeşil pencerenden bir gül at bana,/Işıklarla dolsun kalbimin içi./Geldim işte mevsim gibi kapına/Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.” diye tatlı tatlı devam eden şiir.

Sinop yukarıda sözünü ettiğim kaknem taşralılık havasına karşı berrak bir nehir duygusu uyandırıyor. Zorunluluktan taşralılığa mahkûmiyet değil, bir özgür seçim sanki. Mutluluk kenti imiş üstelik 2013 TÜİK araştırmasına göre. Az şey mi, bugüne süzülen posası bile yeter.

İşte bu şehir, Karadeniz’e minik bir oğlak başı gibi uzanan, üç tarafı deniz, körpecik balıkların çevrelediği işte bu Sinop, türlü yerel festivallerin dışında bir başka festival için yollara düzülmüş. 27-28 Ağustos tarihlerinde Ahmet Muhip Dranas’ı ölümünün 38. yılında anmak ve dahi yaşatmak üzere “Fahriye Abla Sizi Sinop’a Çağırıyor” başlıklı bir festivalin ilkini gerçekleştirecek Sinop sevdalıları. Hoş Fahriye Abla mevzusu az biraz karmaşıklık arz etse de, Sinop sokaklarının yeşil, şiir, balık, elbette palamut, ve tarih kokan dokusu ve ışıl ışıl mutluluk vadeden gizli cennetleri, doğrusu bu festivali izlenmeye değer kılıyor. Gideydik de göreydik. Sinop’u ve tarihini bir de Sinop sevdalılarından dinleyeydik. Taşralılığımız nefes alır, içimiz ışır, umudumuz artardı. Taşra deyip de geçmeyin, diyesimiz gelirdi. Memnun memnun başımızı sallar, hırçın dalgalara saçlarımızı verir, palamut’un, Dranas’ın ve taşranın tüm duyguları içinde oynaştıran öyküsünü bir bilenden dinlerdik.

Hey gidi Karadeniz!...