Ayşe Şule Süzük

"Birbirinden doğan, birbirini ezen duygularla gidiyorum Diyarbakır’a, Amed’e… Nereden bileceğim yeni bir sevdaya doğru gittiğimi?"

Şark İklimi

Ayşe Şule Süzük

Birbirine benzemeyen günlerden geçiyoruz. İçimde bir burulma ve bu burulmaya karışan ince bir sevinç, sevince eşlik eden çiçeğe durmuş bir umut; acı bahar Nisan’ı müjdeliyor. Hep söylenildiği ve Tanpınar’a atıf yapıldığı üzere bu ülke, çocuklarının kendisinden başka bir şey düşünmesine müsaade etmiyor. Narsist bir sevgili gibi, huysuz bir çocuk gibi, üzerine titrenen bir evlat gibi yüzüm hep ona dönük. Bana hep yetersizlik duygusu yaşatıyor, bunu fark ediyorum epeydir. Öyle kendisiyle meşgul olmamı istiyor ki çevremdeki güzelliklerin ayırdına varamıyorum, anında beni hırpalıyor, bana zulmediyor, beni kahrediyor. Yetersizlik duygusu elimi kolumu bağlıyor, “şıvgalarımı kırıyor.” 

Çaresizim.

Birbirine benzemeyen günlerden geçiyoruz. Her şey birbirine karışıyor, her şey bu karmaşa içinde kendi yatağını bulacakmış gibi görünüyor, ne dersiniz?  

Günler yavaş yavaş uzuyor.

“Günler gelip geçmekteler,
 Kuşlar gibi uçmaktalar.”

Diyor şair yüz yıllar öncesinden ve aynı duyguyu avcuma hapsederek usulca uzaklaşıyor. Günler gelip geçiyorlar. Kuşlar gibi uçuyorlar. İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin günü yakaladığı o ân ile geçmiş zamanların Beyazıt’ı, 1950’lerin sonundaki öğrenci olayları ve giderek 1960 Darbesi’ne uzanan sürecin anlatıldığı Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanı, romanın kahramanı Günsel… Ekranda öğrencilerin sel olup aktığı o ânı gördüğümde aklıma hemen Günsel geliyor. Sahaflar, Beyazıt, Çorlulu Ali Paşa… Hafıza bir tuhaf kutu… Nereden ne çıkacağı hiç belli olmuyor, hem de hiç.

Hop oturup hop kalktığımız günlerde başlıyor Diyarbakır yolculuğum. Ankara’dan çıkıyoruz yola. Türkiye’nin kalbine belalı bir bayram yolundan sağ salim gelince içim ferahlıyor. Sonra içimin ferahlaması içimi daraltıyor. Hep aynı suçluluk ile hayran olduğum şehr-i Ankara’da kendimi daha güçlü duyumsuyorum. Sanki Cumhuriyet sırtımı sıvazlıyor, memleketimi seviyor olmak gözlerimi yakıyor. Ankara Garı’ndan başlayan yolculuk Kurtalan Ekspresi ile Diyarbakır’da bitecek. Toplumsal bellekteki acı hatırlayışlar peşimi bırakmıyor, gözümü kaçırıyorum. Ankara Garı, 10 Ekim, 2015, bombalar, dostlar, benim insanlarım, insanlarım, kayıplarımız…

İçimdeki büyük çanı susturuyorum. Bir GAP turu sevinci kondurma gayreti içindeyim elimde tuttuğum resme. Tasasız bir turist olarak yolla bütünleşmek ve yolun tadını çıkarmak istiyorum. Yolculuklar heyecan veriyor. Yalnız bu duyguya teslim olmak istiyorum fakat huzursuzluğum geçecek gibi değil. Ankara’nın keskin havası içinden demiryolları ve gar binası meydan okuyormuş gibi geliyor. “Ellerinde pankartlar geliyor bu çocuklar” duygusu olur mu? Olur. Oluyor.

Tanpınar şöyle diyor “Beş Şehir” denemelerinde “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz. Beş Şehir işte bu hesaplaşma ihtiyacının doğurduğu bir konuşmadır.”

Tam da bu hesaplaşmaya eşlik eden birbirinden geçen, birbirinden doğan, birbirini ezen duygularla gidiyorum Diyarbakır’a, Amed’e… Nereden bileceğim yeni bir sevdaya doğru gittiğimi?

"Mezopotamya'nın Altın Üçgeni" olarak adlandırılan Diyarbakır, Mardin ve Şanlıurfa'yı tatilde yaklaşık 500 bin kişi ziyaret etti” diye yazmış gazeteler. Olağanın üstünde bir hareketlilik ile “Doğu’nun Paris’i” anlaşılan dolup dolup boşalacak. Turlarla bir şehri anlamak elbette mümkün değil. Bu bir tanışma, tanımayı ise sonraya bırakacağım gibi görünüyor ancak ilk bakışta aşk gibi bir şey hissettiğim. Ancak gönlümün de akası var herhalde ki nihayetinde tren penceresinden akıp giden Kırıkkale, Kayseri, Sivas ve Malatya’ya, bozkıra, çiçeklenmiş ağaçlara, akıp giden yola sevgiyle karışık hüzünle bakıyorum. Ah o burukluk, bir türlü peşimi bırakmıyor. Dilimde sürekli “ne güzel memleket” nakaratı… Bu memleket boyun eğmez duygusu. 

“Havasına suyuna taşına toprağına
Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim”

Yine Beş Şehir’e dair şöyle der Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktir. İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir. Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi çehresi olan kültürümüzü görmek daha doğru olur.”

Tam da bu, bir şehri, bir insanı, bir ülkeyi, bu ülkeyi sevmekle başlayacak her şey. Kaderim, kaderine bağlı ey güzel yüzlü memleketim… Nâzım’dan Pir Sultan’a, Köroğlu’ndan Dadaloğlu’na, Tanpınar’dan, Aziz Nesin’e, Onat Kutlar’dan Orhan Kemal’e, Âşık Veysel’den Ahmet Arif’e, Oğuz Atay’a, Tevfik Fikret’e… Saydıkça sayasım geliyor, coşuyorum.

“Tarih boyunca Amida, Amidi, Amid, Kara-Amid Diyar-Bekr, Diyarbekir ve Diyarbakır adlarını alan kent Güneydoğu Anadolu bölgesinin orta bölümünde El-Cezire denilen bölgede Bereketli hilalin kalbinde yer almaktadır. Diyarbakır'ın köklü tarihi 12 bin yıl önceye uzanıyor” diyor.  Kadim bir kent karşımda uzanıyor. Dokuz bin yıllık olan surlardan söz ediyor rehberimiz. “Çin Seddi'nden sonra dünyanın en uzun, en geniş ve en sağlam surlarından biri olarak kabul edilir” diyor. Suriçi’nin kaderini görüyorum sonra. Dönüşüme uğramış evlerden şekilsiz, kokusuz, tarihsiz ve soğuk bir tek tiplik çıkmış. Yanında ise yıkılmış ama kendini teslim etmemiş harabeler bin bir acıyı fısıldıyor,  annelerin çığlığını duyar gibi oluyorum.

Yağmur yağıyor. Surların turistik yüzünün ardında kadim bir tarih uzanıyor Dicle’nin akışına. Kimler gelmiş, kimler geçmiş duygusunun verdiği dinginlik ile bugünün sıkışmışlığı at başı koşturuyor içimde. Davullar gümbürdüyor. Dört Ayaklı Minare’den bir güvercin havalanıyor. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü sokakta yürüyorum. Hrant’ın güvercin tedirginliğini hatırlatıyor zihnim. Elimi uzatıyorum güvercinlere doğru… Göz göze geliyoruz üç yaşında bir kız çocuğu ile. Gözleri kara üzüm habbesi. Gözleri yarınlar, gözleri çocuk,  gözleri tertemiz… Küçük ellerini avcumun içine alıyorum. Yağmurdan sonra açan güneşin billur ışıltısı dağıtıyor hüznümü. 

Memleketimi seviyorum. Memleketimi seviyorum.