Renkler ve Yıllar

“Yani zaman böylesine geçip gidiyor muydu?” Sahi öyle mi gerçekten?

“Erkekler anlamaz; kadınlar okusun” diye son derece rahatsız edici bir kibirle başlayabilirim bu yazıya. Hayır, böyle başlamayacağım çünkü içimden, sezgilerimden böylesi bir esinti geçiyor olsa bile bunu dillendirmeyeceğim. Kitaptaki gibi, “İnsanın verebileceği en büyük armağan söz’dür. Söz.”  Yani söz ağızdan çıkmadan kalbin ve aklın duyması lazım… Üstelik son derece güzel bir sonbahar sabahını yaşıyorken: cıvıltılı, ışıltılı, vaadli.

Tüm güzellikleri kucaklayasım var ve tüm kitapları okuyasım.

Böyleyken tam yüz yıl öncesinde göçmüş bir kadın yazarın romanı var elimde. Yani aşağı yukarı yüz yıl önce yazılmış bir roman Renkler ve Yıllar. Pek uzun bir zaman dilimi değilmiş gibi geliyor ancak insanlığın son yüz yılında başından geçen maceraları düşününce dünyalar kadar uzun, tatlı, meşakkatli, çirkin, bayağı, yüce ama devasa bir küre görünüyor bana. Uzun, upuzun.

XX. yüzyıl Macar edebiyatının önemli yazarlarından biri imiş Margit Kaffka; 1880-1918 yılları arasında kısacık yaşamış. I.Dünya Savaşı’nın sonunda küçük oğluyla birlikte İspanyol gribinden ölmüş. Sadece grip… Şöyle diyor roman kahramanı Magda romanın bir yerinde, “İnsan yaşamının ne ufak rastlantılara bağlı olduğunu düşünmek bile korkunç!” Korkunç, evet. Ama Kaffka’dan bize kalan ne güzel bir roman. Yazarı yaşamı boyunca gerçekten meşgul eden iki konu varmış: Orta sınıfın yok oluşu ve yüzyıl dönümünde kadının yazgısı.

Renkler ve Yıllar büyüledi beni. Aylak Adam yayınlarında 2015’te çıkmış kitap. Önce yayınevine bir teşekkür edelim bizi Margit Kaffka ile buluşturduğuna. Hakikaten pek mutlu oldum tanıştığıma, bir bilge, abla, yoldaş, kız kardeş gibi hissettim Kaffka için. Ve içim hüzünlü, kadınların yazgısının aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen nasıl da hâlâ ve pek çok örnekte tıpkı Kaffka’nın yüz yıl öncesinden anlattığı gibi aktığını gördüm.

Magda’nın çocukluğundan genç kızlığına ve kocalmasına kadarki yaşamını, kendi ağzından anlatıyor Kaffka. Öylesine içtenlikli, yalın ve duru bir anlatım var ki romanda (Çevirmen Vural Yıldırım’a da pek çok teşekkür.) bir yandan Magda’nın yaşamı sızıyor hayatıma öte yandan içimi kaplayan öfke ve kırgınlık içinde bugüne, ülkeme, kadınlara bakıyorum.  Hakikaten renkler, yıllar ve yaşantılar birbiri içine girip yekpâre oluyor.

“Çiçeğe durmak, çalım satmak, beğenilmeyi kabullenmek: genç yaşta, keyfinizce, dans ederek, varlık içinde her türlü güzelliği yaşamak. Aşkı güzelce yaşamak!” İlk gençlik böyle bir şey. Parmak ucunda döndürülebilirmiş gibi geliyor dünya. Seçenekler, yollar ve yıllar sonsuzmuş gibi görünüyor. Magda için de öyle. Ancak bir kadın olarak yapabileceklerinin sınırları öylesine kalın çizilmiş ki…  Seçenek gibi görünenler bir seçeneksizlik ve kıstırılmışlık biçimini alıp alabildiğine örseliyor tazecik hayatları. Korkular, karabasanlar, yoksulluk, düşkünlük ve dile düşmek korkusu tetikte bekliyor. Kurtuluş, tek ve nihai kurtuluş hep bir erkekte cisimleşiyor yüz yıl önce.

Peki bugün?

 “Yeniden dul kalmak, eski korkunç anılarla dolu, başarısız yaşam savaşımına yeniden mi girişmek kendi adıma, günlük ekmeğim adına?” “Ne zordur şu –rica etmek, yakınmak, birisinin karşısında eğilmek –ne acı bir içkidir!” “Ninem suskundu, annem sinirli, kaprisli. Erkeklere karşı davranışımı acı acı, insafsızca eleştiriyordu sık sık; beceriksiz olduğumu söylüyordu, taktiklerimi öğrenmişlerdi artık, hiç kimseyi, hatta bu Vodicska’yı bile kendime bağlayamayacağımı, elimde tutamayacağımı söylüyordu. (…) Acaba kadının da bıkabileceğini, yeter diyebileceğini, bir erkeği sepetleyebileceğini hiç düşünmemişler miydi?”

Gonca gül gibi açılan Magda’nın yaprak yaprak dökülmesi solması ve bir yandan da yaşama, kadın yaşantısına dair inanılmaz derinlikte bir görüye adım adım ulaşmasının romanı Renkler ve Yıllar. İlk evlilik ve evlilik yaşamının tekdüzeliği: “Çok büyük bir tekdüzelik, sessizlik, bir parça refah doluydu yaşamımız böylece: Bir şey artık hazırsa, hazır demektir; uğraşacak, beklenecek bir şey yoktur.” Ardından eşini ve tüm orta sınıf yaşantısını kaybediş, yorucu ve bıktırıcı,  erkeklerle ete kemiğe bürünmek zorunda kalan güvenlik ve rahat arayışları. İkinci evlilik, aşkla taçlanmış gibi görünen ama Romeo ve Juliet’teki Juliet’i “tarla kuşu” haline getiren. “Göze görünmeyen, her gün yeniden başlayan bu ufak tefek angarya işler; evi çekip çevirme mekanizması! Bir erkek uğruna! (…) Benim yazgım ise belirlendi artık. Beni kendi halime bıraktılar, onun keyfine.”

Kadınların görevi olarak tanımlanan ev işlerini “görünmeyen emek” olarak tanımlaması yıllar yıllar önce.

Harika değil mi?

Sonra da  yıllanan ikinci evliliği için söyledikleri, ama adam çok âşıktı Magda’ya hani!

 “Bir an her şey, köprüleri kurabilen, dengeleyici olabilen, birlikte yaşamımızın bahanesi ve anlamı olan her şey yanımızdan yöremizden uçtu gitti; bunun on yıllar boyunca bizi birbirimize bağlayan tek şey olduğunu sanıyorduk. Üç çocuğun üçü de evden gitti. Artık o sıralar birbirimiz için o denli önemsizdik ki, kesinlikle birlikte kalabilirdik.”

Bitmiyor, tek başına mücadele, üç kızını yokluklar içinde canhıraş büyütmeye dahası dönem için olabildiğince devrimci bir eylem olan okutmaya çalışması. Bununla birlikte toplumun ve sistemin kadına bakışı altında inim inim inleme, ezilme, bunalma, yapayalnız kalma. Bunlar Magda’nın yaşadığı travmalar, savruluşlar ama asla vazgeçmeyişler.

Örneğin, Çok okuyan kendi çapında “devrimci” üvey baba, Magda’nın kızlarını okutma isteğine yönelik şöyle konuşur: “Geçici bir heves o! Bilgisizlerin çılgınlığı, hiçbir temeli yok. Kadın türünden hayvan, her zaman ikincil kalacaktır, başka türlü de olamaz. Çünkü yaşam süresinin üçte ikisini, soyu sürdürmekle geçen bilinçsiz, hayvanca kaygılar, sınırlamalar işgal ediyor ve aklını da içgüdüler yönlendiriyor. Eğer bunlardan kendisini kurtarırsa, yönünü şaşırmış, sakat bir türlü yerini bulamayan bir figür olur; budala ve mutsuz. Kadın doğanın kör bir aracıdır, bilincine kavuşmamış, daha ancak yarı yarıya kök salmış bir bitki yaşamı sürdüren bir varlıktır; sahip olduğu tek değer iradeye bağlı olmayan bir büyüleyicilik ve güzelliktir, tıpkı çiçekler gibi ve de tohumların suskun, beklentisiz, bekleyip duran verimliliği gibi. Düşünürlerin tümü de, Platon, Spinoza, Kant, Schopenhauer, Nietsche bu konuda aynı görüşü paylaşıyor. Yalnızca günümüzün hastalıklı eğitimi, zor kullanarak kadını ciddiye almak oyununu oynuyor.”

Magda, kurtuluş için neyin başlangıç olabileceğini seziyor. Kendinin yitirilmiş hayatını kızlarının da yaşamasını istemiyor: 

“Küçük kızlarım, benim canlarım, siz öğrenim görün yeter ki! Her ne pahasına olursa olsun! Siz evde hiçbir iş yapmayın; ben yemeği pişirir, ortalığı süpürür, toplarım, benim nasır bağlamış ellerim, biçimsiz, ihmal edilmiş bedenim için zaten fark etmez. Siz yeter ki daha güzel, daha utku dolu bir yaşama hazırlanın; kendinizin efendisi olmaya, erkek karşısında aşağılanmamaya, hiçbirinin bulaşık yıkayan savunmasız bir hizmetçisi, tekmelenen köpeği olmamaya hazırlanın. Öğrenim görün yeter ki, her şeyi, son yastığımı bile verecek olsam da!”

Bu roman alıp götürüyor beni. Romanı okurken birbiri içine geçmiş pek çok imge doluşuyor kafama. Şiirler, yüzler, resimler, âşklar… Anneannem geliyor aklıma, şimdi Uyuyan Güzel olan. Sonra büyükanneannem, sonra tüm kadınlar yarım gülümsemeleri bir yara gibi asılı kalmış alacaklı hayatlarında. Sonra Turgay Fişekçi’nin Hüzün Adlı Kız Çocuğuna şiiri. Böylesi ağlamaklıyken bu kez de Flormar Kadınların ekmek ve onur mücadelesi. Mücadele güzelleştiriyor evet. Mücadele gelecek vaat ediyor. Mücadele yarına selam çakıyor. Yani Magda ile Flormar işçilerini buluşturuyor bir yerlerde. Köprü oluyor. Fısıldıyor tatlı tatlı.

Renkler ve Yıllar. Hayatımız öyle böyle akıyor.

Hamiş: Bugünlerde Yapıcılar müzik grubunun müptelası ve dahi takipçisiyim. Benden duymuş olmayın ama direnişteki Flormar İşçileri ile İkimiz adlı parçalarına bir güzel klip çekmişler. Sanatı ve kadınları bir de böyle görün;  kadın düşmanlarına, sanat düşmanlarına ve emek düşmanlarına inat…

https://www.youtube.com/watch?v=1FUdFAuFpGg