"Ürkütücü boşluk bizi çıldırasıya bir hareket hâlinde olmaya itiyor, huzursuz, yorgun ve tatminsiz olarak koşuşturuyoruz. Bölündük, parçalandık, anlamsızlaştık ve kaybolduk. Anlam nerede?"
Onca Yoksulluk Varken
Ayşe Şule Süzük
Deneme türünün sinir bozucu bir yanı olabilir kimi okurlarca. Yazar, sürekli kendinden, izlenimlerinden, gerçekliğin kendine yansırken bıraktığı renk cümbüşünden, özelinden tüzelinden söz eder bu düz yazı türünde. Bu yüzden hem kolay hem de bir ölçüde zordur yazmak da okumak da denemeyi. Zordur çünkü kişinin kendini şeffaflaştırması, apaçık etmesi o kadar da istenilen ya da tercih edilen değildir. Hâliyle yazarın bilincindeki kıvrımlar, bilinçaltındaki dehlizler, anılarındaki kırgınlıklar, çağrışımlardaki yolculuklar öyle harcıâlem edilmez. Hanım hanım edebiyat, hele hele kadın yazar kalemine pek de öyle yakışmasa gerektir bu transparanlık kimilerine göre. Ama çok söz ister, fazla söz ister, okuyucu ile diz dize söyleşmek ister.
Ama bazen her türlü söz yoruyor. Söz bile fazla geliyor. Her şey söylenmedi mi? Yeni şeyler söylemek neye yarar artık, duygusu gelip çörekleniyor insanın içine. Kendi iç sesinden dâhi yorulmak, içinde yaşadığımız toplumsal karanlıkla doğrudan ilgili diye düşünüyorum. Tavsayan, lime lime olmuş, sürekli eşitsizlik üreten, eşitsizlikler ve icadı ötekilikler üzerinden varlığını güvenceye alan kapitalist sistemin neredeyse tüm bütünlükleri kırpıp kırpıp yıldız yapması ve bu yıldızları birbirine düşmanlaştırması… Irkına, mezhebine, gözüne, kaşına, boyuna, kilosuna, inancına, yaşayışına, düşünüşüne, taşınışına, ülkesine, kökenine, üst kimliğine, alt kimliğine, partisine, cemaatine, cinsiyetine sürekli bir düşmanlaştırma ile çarkı dönebiliyor ancak. Üzerine tonla söz söylendi, söyleniyor, elbette söylenmeye de devam edecek. Yalınlık ve netlik istiyor gönül… Sadeleşmek en iyisidir böyle durumlarda oysa. Sade, yalın, az söz ve çok anlam…
Söz yoruyor beni bu aralar çünkü yaşam yoruyor. Mış gibi konuşmalar, mış gibi davranışlar, hakiki olmayan gülüşler, eyleyişler, iri politik laflar… Karmaşa, çerçöp hezeyanlar…
Neden?
Birbirini takip etmeyen bu kaos içinde odak ortadan kalkmış ve korkunç bir sığlık ve vasatlık döngüsü içinde anın ve hazzın dayatması ile çerçöp deryasında yüzüyoruz. Acısı ise ideal ve bütünlüklü bir hayat ya da gelecek tahayyülünü bir yana bıraktığımızdan beri de korkunç bir yıkım içinde hızla yozlaşıyor, çürüyoruz. Çöplerle bezeli her türlü atık ile sıkıştırılmış ve daraltılmış mekânlar içinde bağlanacak “şimdi” ve “gelecek” yoksunluğunda, toplumsal kurtuluş hikâyelerine kulaklarımızı tıkadığımızdan beri içimizdeki büyük boşlukla ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ürkütücü boşluk bizi çıldırasıya bir hareket hâlinde olmaya itiyor, huzursuz, yorgun ve tatminsiz olarak oradan oraya koşuşturuyoruz. Bölündük, parçalandık, anlamsızlaştık ve kaybolduk.
Anlam nerede?
Anlam ne?
Düz cümleler, eksiltili cümleler, şiirler, sessizlikler, imgeler, imge parçaları… Derin düşünme ihtiyacı içinde susuzluk çekiyorum. Güzelliği keşfetmek ya da bulmak için sakince durup bakmak ve yavaşlamak istiyorum. Beynime inen kelimeler var, kavramlar, olaylar, olgular, kuramlar havada uçuşuyor.
Başladık: Suriye, İsrail, Gazze, Filistinli bebekler, penceresiz odalarda Afgan kız kardeşlerim, Siyonizm, emperyalizm, çağdaşlık, Araplar, laiklik, cihatçı terör, yoksulluk, TÜİK, Baas Partisi, Putin, Aleviler, Narin, Rojin, baba feryadı, kadın cinayetleri, nükleer felaket, 3. Dünya Savaşı, Trump mıramp, Colani, 4-6 yaş Kur’an Kursları, Mustafa Kemal’in askerleri, bir öğün okul yemeği, ücretsiz eğitim, devletleştirme, Sümerbank, Tekel direnişi, Kenan Evren, Türk sağı, yeşil sermaye, toplumsal cinsiyet…
Bitmez ama bizim Türkiye’de yaşadığımız yukarıdaki kelimeleri anlamlı cümleler içinde yazmaya ihtiyaç bırakıyor mu? Sözcükler dahi yetiyor anlatmaya her şeyi. Evet, bizim mahallede böyle ama başka mahallelerde durumlar nasıl? Anlatmaya gücün var mı? Başka galaksiler ne diyor bu laflara?
Umut nerede?
Onca yoksulluk varken diyorum.
“Onca Yoksulluk Varken” Emile Ajar’ın yenice bitirdiğim ve çok sevdiğim romanının adı aynı zamanda: Madam Roza’nın bizim Sevgi Soysal’ın “Tante Rosa”sı ile akrabalığı var bir hayli. Paris’in Arap, Türk, Afgan, Fransız tüm dünyadan orospularının çocuklarına bakıcılık yapan tatlı Yahudi Madam Roza ve küçük Muhammed’in (Momo) tüm dünyaya meydan okuyan tatlışlığında umut bence.
“"Bütün kağıt parçalarını Madam Rosa’ya verdim. O da parmağını tükürüpleyip gözlüklerinin ardından bakarak aramaya başladı. “İşte, buldum,” dedi, muzaffer bir edayla, parmağıyla üzerine bastırarak. “Yedi Ekim 1956 falan filan.”
“Nasıl falan filan?” diye sızlandı Mösyö Kadir Yusuf.
“Hesabı yuvarlamak için. O gün iki oğlan çocuğu almışım, biri Müslüman, diğeri Yahudi halde…”
Madam Rosa düşündü ve yüzü kavrayışla aydınlandı.
“Tamam, her şey açıklanıyor!” dedi hoşnutlukla. Doğru, dini karıştırmışım.”
“Nasıl?” dedi Mösyö Yusuf Kadir, son derece ilgiyle. “Nasıl yani?”
“Muhammed’i Moiz olarak, Moiz’i de Muhammed olarak yetiştirmiş olmalıyım.” dedi Madam Rosa “Onları aynı gün aldım ve karıştırdım. Küçük Moiz, iyi kalpli Moiz şimdi Marsilya’da iyi bir Müslüman ailenin yanında, çok rahat ettiriyorlar. Sizin küçük Muhammed ise burada, onu Yahudi olarak yetiştirdim, Bar mitzvah’ı falan filan, her şeyi yapıldı. Hep koşer yedi, siz huzurlu olabilirsiniz.
“Ne, hep koşer mi yedi?” diye bağırıp çağırdı Mösyö Kadir Yusuf. Her bakımdan öylesine çökmüştü ki iskemlesinden kalkacak gücü bile yoktu. “Benim oğlum Muhammed hep koşer yedi, ha? Bar mitzvah’ı yapıldı? Oğlum Muhammed Yahudi oldu öyle mi?”
“Kimlik konusunda yanılmışım,” dedi Madam Rosa. “Kimlik, biliyorsunuz, yanıltabilir, kanıtlanabilir değildir. Üç yaşında bir yumurcak, sünnetli olsa bile, pek öyle kimlik mimlik olmaz onda. Sünnetlileri karıştırdım. Sizin küçük Muhammed’i iyi bir küçük Yahudi olarak yetiştirdim, huzurlu olabilirsiniz. Üstelik insan, oğlunu on bir yıl görmemecesine bırakırsa Yahudi olmasına şaşmamalı…”
“Ama klinikteyken naçar durumdaydım!” diye inledi Mösyö Kadir Yusuf.
“Tamam, önce Araptı şimdi de biraz Yahudi, ama her zaman sizin küçüğünüz!” dedi Madam Rosa bir iyi aile kadını gülümsemesiyle.
Herif ayağa kalktı, Öfkelenecek gücü bulup ayağa kalkmıştı.
“Ben Arap oğlumu istiyorum.” diye bağırdı. Yahudi oğul istemiyorum!”
“Ama aynısı” dedi Madam Rosa cesaretle."”
İşte umut burada, bu alegoride… Sağlıcakla.
*Emile Ajar (Romain Gary) (2024) Onca Yoksulluk Varken, İstanbul: Sel Yayıncılık