Ömür

“Sual eylen bizden evvel gelene / Kim var imiş biz burada yoğ iken.”

Karacaoğlan’ı seviyorum. Bildiğim kadarıyla, rast geldikçe, selamlaştıkça, okudukça, pek hoşuma gidiyor. Daha okumak gerek, daha yakından sohbet etmek gerek diyorum. Diyorum, diyorum da böyle dediğim o kadar insan, o kadar ozan, o kadar yazar, o kadar dost var ki… Kaç ömür gerek hepsiyle rastlaşmaya onu da bilmiyorum. Zaman dörtnala koşuyor, gündeliğin telaşıyla neler neler es geçiliyor. Öncelikler belirleyici oluyor, rutinin dayatması kapıları zorluyor. Sanırım en tatlısı da tüm bu koşuşturma içinde kapıyı aralayıp birilerini, bir şeyleri içeri buyur etmek. An’ların gönül çeliciliğinde hem dışıma hem içime doğru lezzetli yolculuklara kaçamak yapmak.

Dedemi uğurladık ya, onun sorusuydu bu hani: “Ömür bu mudur?” Sanırım abartısız, iç dinginliğiyle, fazla alacak hesabı yapmadan, iri sözlerin, böbürlenmelerin sığlına pabuç bırakmadan verilecek yanıtlar var.

Ömür. Türkçesi yaşam. Sözlüğü baktığımda Yunus Emre’nin dizeleriyle karşılaştım bu kez de. Bazen bir şiirin imge zinciri gibi, bir yazının da uçuşkanlığı, kendince akışı olabiliyor. Uçuşmalar, ruh haliniz, günden süzülüp gelenler sizi oradan oraya savurabiliyor. Hadi, o hakkımı kullanayım. Şöyle demiş Yunus Emre:  “Yok yere geçirdim günü, ah nideyim ömrüm seni.”

Bir mahzunluk mu oturdu yüreğe. Daha da kıvamlansın o zaman.  Karacaoğlan’a verelim sazı yine, peki.

“Aradılar bir tenhada buldular / Yaslandılar şıvgalarım kırdılar. / Yaz bahar ayında bir od verdiler./ Yandım gitti ala karlı dağ iken.”

Çok severim bu dizeleri de.  Bir şey var, anlatamıyorum ama el yordamıyla orada taş gibi çökmüş içime, seziyorum, çıkarıp atamıyorum, yeğnileşemiyorum, dokunsanız siz de hissedersiniz biliyorum ruh hali. Ağlaklığa kaçmadan, kendine acımaya dönüşmeden, derin bir bilgelikten süzülmüş, yıkmadan ama hafif dokunuşlarla tüm zamanların yekpâre bilgisini içeren. Âşık Mahsuni Şerif’in türküsü öte yandan geliyor.  “Yoksulun sırtından doyan doyana / Bunu gören yürek nasıl dayana/ Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana/ bilmem söylesem mi söylemesem mi”

Birer olgunluk, birer olmuşluk var her bir ozanda. Ama buna eşlik eden bir huysuzluk, bir uyumsuzluk, bir sürüden ayrılmış kara koyunluk da var.  Baş eğmemişlik, diz çökmemişlik de. Yaşam var, yaşam parıltıları var. Dedim ya, böbürlenecek, iri laflar edilecek değil hiçbir şey. Alçakgönüllüce ama alabildiğine inatla savunulası bir yaşam seriyor önümü bu dizeler, bu türküler. Hoşuma gidiyor.

 Ömrü kovalamak böyle bir şey mi? Ömür bu mu? İç sevincine eşlik eden ışık çakımları mı?

“Sual eylen bizden evvel gelene / Kim var imiş biz burada yoğ iken.” Dizelerindeki tüm zamanların iyicilliğini çekip çıkarmaya çalışmak mı? Düşünmek ama mutlaka eylemek mi? Eylemeden olur mu? Eylemeyen ne bilsin bizim dillerimizi, öyle değil mi? O diller ki yankıları kulaklarımda, başımı dik tutmaya, yüzümü aydınlığa dönmeye yarıyor.

Bu arada bu yazı aldı başını gidiyor. Nurullah Ataç’ı da buyur edecektim ama, mevzu başka yerlere aktı. Demek yazılar da kendi bağımsızlığını dayatıyor da, tutup çekiştiremiyorsun. O da az huysuz bir ihtiyar değil. Niyeyse bendeki fotoğrafı böyle, asık suratlı bıdı bıdı sürekli kendiyle konuşan bir o kadar da merak uyandıran, içinde yolculuklara çağıran musibet bir ihtiyar. Ama bir o kadar da çekici. Yalnız musibetliğini kendi  de söylüyor. Hani saygısızlık etmek istemem. Nefis, bir denemesini okudum: Kedi

Minicik paylaşayım: “Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim; ama ben, kedi sevmiyenlerle anlaşamam. “Kiminle anlaşırsın ki!...”diyeceksiniz. O da yalan değil: bu yaşa geldim, büyüğü ile de, küçüğü ile de çekişmeyi bir türlü bırakamadım. Artık etmiyeyim, insanın yaşarsa arıyacak, ölürse rahmetle anacak eşi dostu, gücendirmediği, kırmadığı birkaç kimsesi bulunmalı diyorum, olmuyor. Öyle dediğimin ertesi günü, ne ertesi günü? Yarım saat sonra, en canciğer dostumla bir çekişme, bir kavga, aramızda kan dâvâsı varmış gibi düşman oluyorum. Bakıyorum, arkadaşlarım geçimsiz insanlar değil, birbirleriyle dargınlık, küskünlük çıkardıkları yok, her dedikleri bir olmasa bile, o ayrılıkları gözlerinde büyütmüyorlar. Tek tatsızlık çıkmasın diye birbirleri uğrunda en köklü sandığımız düşüncelerini feda ettikleri de oluyor. İyi ediyorlar: dünyada düşünce çok, değiştir değiştir kullan; dost bulmak zor.”

Hani kedi, demeyin. Yazının devamında geliyor o.   Ben böyle güzel kedili yazı okumadım. Kedi, Sözden Söze adlı kitaptan, ilk basımı 1952’de Varlık yayınlarından. YKY, Seçme Denemeler yapmış sonra.

Hadi kıyamadım, bir kuple gelsin: “Kedi ne biçimli, ne güzel hayvandır! Yalnız irilerini, koca koca tüylülerini demek istemiyorum, en çalımsızında, hastalıklısında, sakatında bile bir zariflik vardır. Hele temizlenmesine bayılırım. Hani ön ayaklarından birini şöyle yana sarkıtıp da göğsünü yalaması vardır, baktıkça içim açılır. Sonra iğrenmiş gibi, titizlenmiş gibi gözleri bir tuhaf bakarak dilini bir de sırtına vurur…”

Hani ömürden, büyük sorulardan buralara nasıl geldim, onu da bilemedim ya, demek gizli bir köprü varmış.  Ama sözün özü: Hayat ne tatlı, diyecektim galiba.