Ayşe Şule Süzük

Şuur ve tecessüs yanında doğru bildikleri için harekete geçendir aydın aslında. Bu noktada entelektüel olmaktan aydın olmaya geçişte bir Çin Seddi var sevgili Cemil Meriç. 

Okumanın Dikenli Yollarında

Ayşe Şule Süzük

“Eğlencenin en asili okumaktır ya da en asilleştiricisi” diyor Cemil Meriç. Yüce duygulara, kendi derinliğimize doğru bir yoldur, yola çıkıştır, yol üzerinde dinlene dinlene ağaçları görmek, çamların ve yaseminlerin kokusunu içimize çekmek, tazelenmektir okumak. 

Okuduğumuzda çoğalırız, sağalırız, güzelleşiriz, diriliriz. Her şeyden önce dinleriz, dinlemeyi öğrenmek demektir okumak. Dinleyen insan kibirli olmaz, kesin hükümlü olmaz, anlamaya çalıştıkça genişler, genişledikçe bütünlüklü bakar hayata… Ancak okuduğumuzda yobazlığa papuç bırakmaz, bir elbise gibi giyindiğimiz kimlik çaputlarını sorgulamak gücünü bulur, kendimizi keşfetme serüvenine çıkmaya cesaret ederiz. 

Seviniyorum, karşıma çıkan etiyle kemiğiyle insani olanı yazan ama “bizim mahalle”de ötelenmiş, üstü çizilmiş, damgalanmış yazarlar var. Sürgit kısır bir döngüde, dolap beygiri gibi dolaşmak da bir yol ise de ben biraz başımı gözümü yara yara bilmediğim yollara sapmayı, düşmeyi, oramı buramı kanatmayı, belki de dayak yemeyi göze alıyorum bu keşif sürecinde.  

Ve okumak dostluk kurmak;  “dostlarım”dan mutluluk duyuyorum. Bu durum hem yazanı hem yazılan kahramanı, yazıya konu olan durumu pıt diye orta yerde yadsınamaz bir gerçeklik olarak elime verince gözümü kaçıramıyor ve inadına içine, derinine bakmak, onu çözmek istiyorum. 

Kitapların âsude dünyasına iltica eden bir entelektüel Cemil Meriç ancak öylesine kışkırtıcı, çarpıcı ve içten ki her koşulda diriltici ve harekete çağırıcı bir etki bırakıyor üstümde. Statükoya meydan okumaya davet ediyor, ortalama ile bir derdi var (Bizim de olmalı). Benzer bir huysuzluğu Nurullah Ataç’ta da bulmuştum. Şimdi bu satırları yazarken Ataç’ı hatırlamam boşuna olmasa gerek. 

“Kitaplar bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım, sevdim. Kitaplar benim has bahçemdi. Hayat yolculuğunun sınır taşları kitaplardı. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot’un İspanyası’ydu, Emma Bovari’nin yaşadığı şehir. Sonra Balzac çıktı karşıma, Balzac’ta bütün bir asrı yaşadım. Zaman zaman Votren oldum, Rastinyak oldum. Dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak.” 

Açlığımız ne? Yoksulluğumuz neden? 

Bugünün sanat üretimi adına elimizde tuttuğumuz ya da sırtımızı dayadığımız dağılan, tüccar entelektüellerin proje odaklı anlayışları ise yalnızca? Afallamayacak mıyız?  Öfkelenmeyecek miyiz? Hakikisini aramayacak mıyız? Piyasalaşma kıskacına eşlik eden vasatın sanatı, vasatın entelektüeli nereye düşüyor diye analiz etmeyecek miyiz? Dört bin kez hem de farklı farklı yaşamak bizi güçlü kılacak, bize çağımızın açık sırrını fısıldayacaksa ne mutlu. 

“Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi… bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerine kafa yorduğu yok. Sağ kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, manasını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: düşmanlık… Diyalog yok. Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete… Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç.”

Rahatsız mı ediyor? Yankı odalarında durmaktan iyidir. Diriltir, yanıt vermek ihtiyacı oluşturur, biler. 

“Benim trajedim şu birkaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla Büyük Doğu kadrosundayım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış.” 

1978 yılında Büyük Doğu dergisinde yazmış. Not düşmek gerek. Yazmaya başladığı dönemde Cemil Meriç'in yanı sıra Taha Üçışık, Şevket Eygi, Süleyman Yalçın, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören ve Taha Akyol gibi isimler de bu dergide yazılarıyla yer almışlar. Türkiye sağının Türk-İslam sentezci damarını inşa eden ya da örgütleyen dergi Büyük Doğu, 1978 yılında kapanıyor. 

Yollar yollara götürüyor. Bazen çıkmaz, bazen karanlık, bazen kör yollar. Ancak kendimizden önce yaşayanlar, düşünenler ve yazanlara göre çok ama çok şanslıyız çünkü cebimizde onların bir ömür biriktirdikleri, eğrisiyle doğrusuyla heybemize katacağımız devasa bir birikim var. 

“Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, mâruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.” 

Buradaki aydın tanımı yerinde ama eksik. Şuur ve tecessüs yanında doğru bildikleri için harekete geçendir aydın aslında. Düşünce, derinlik, sebat, emek, çalışmak ve bunlarla birlikte eylemek… İşte bu noktada entelektüel olmaktan aydın olmaya geçişte bir Çin Seddi var sevgili Cemil Meriç. Bugünümüzün sorusu ve sorunu belki de bu. 

Düşünmeli. 

“Ben Lenin’den çok Gandi’ye yakınım. Ama belki de kavganın dışında olduğumdan.” da diyor kendini didikleyerek, hırpalayarak. Öte yandan beni gülümseten ve içtenlikli bir şekilde çırılçıplak hâlde kendini deneme türünün çeperlerinde canhıraş haykırmaya çalışmak ve bu çırpınışları okuyucuya ulaştırmak çok değerli, bunu yapıyor Cemil Meriç.

Peki, diyorum ben de Peki…  Eğilip kulağına fısıldıyorum. Ben daha ziyade Lenin’e yakınım, diyorum.