İyi ki doğdun Nâzım!

Merhaba Nâzım Hikmet, 

Size yazıyorum çünkü sizinle söyleşmek sizi okumak o kadar iyi geliyor ki bugün, bu yıllarda, şu 21. yüzyılın ilk çeyreğine pek bir şey kalmamışken… 2020’ye gireli pek bir zaman olmadı yani birinci ayındayız. Her yıl devrinde hani pek çok düşünce, pek çok özlem, pek çok mutluluk, pek çok karar gelir gider ya zihnimizden. İşte yeni gelen yılı hem bir sevinçle hem de bir buruklukla karşılamak, gidip gidip gelmek biraz da bu yüzden değil midir? 

13 Ocak sizin doğum gününüz. Ben 2019’u sizinle kapatıp 2020’ye sizinle başlamak istedim. Ara ara söyleştiğim siz, kadim bir dost gibi; bir baba bir öğretmen, bir sevgili,  bir yoldaş gibi zihnimin müstesna bir köşesinde benimle birlikte yaşıyorsunuz. Adeta bir deniz fenerisiniz, karanlık fırtınalı denizlerde bir umut, sarılacak bir dal…  Hayır, şairanelik yapmak istemiyorum ama mektuba başlamış bulundum ve açıkçası fazlasıyla heyecanlandım. Eveleyip gevelemem biraz da bundan sanırım. Gerildim hakikaten. Zormuş, sözlüye kalkmış bir çocuk gibi hissediyorum. “Muazzam koca şair.” diyordu size Raşit Kemalî, Bursa Hapishanesi’nde sizi karşılamasını anlatırken. Henüz sizinle tanışmamıştı ama sizi tanıyordu. Öğretmen bellemişti sizi… Bir kış günü, sanki baharı yaşadığını, bahçedeki karların sanki eriyip bahçenin yeşile döndüğünü…  Orhan Kemali romanlarından tanıdım, öykülerinden… Çok sevdim, Bursa Hapishanesi’nde oda arkadaşı oldunuz, Orhan Kemal öngördüğünüz gibi Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden biri oldu. “İşçi sınıfı hatırası önünde saygıyla eğildi.” Orhan Kemal hiç eğilmedi, doğru bildiği yolda yürüdü yürüdü… 

Tıpkı sizin gibi… 

Hoş bir karşılaşmayla yıllar yıllar önce 90ların sonunda Atlas Pasajı’nda Mum Dergisi toplantılarında öğrenciniz Ressam İbrahim Balaban’la tanışmıştım. Ne güzeldi, ışıltılı, sevinçli bir ihtiyar delikanlı. Tarih;  geçmiş, bugün, gelecek sarmalında büyüleyici bir yola benziyor, beni durmadan geleceğe çağırıyordu. Böyle zamanlarda niyeyse “karanfil elden ele” diyesim geliyor… Yine dedim içimden… “Karanfil elden ele…” 

İşte ben bir on gündür doğum gününüzü kendimce kutlamak ve yeni yılı yine kendimce karşılamak için sizi okuyorum. Her yeni okuyuşumda sizi, nasıl özlediğimi nasıl iyi geldiğinizi sevinçle bir kez daha hatırlıyorum… İçim ışıltıyla, güvenle, inançla doluyor… 

Bazen gözlerim de doluyor. Bu satırları yazarken, kızlarım girdi odaya izledikleri film bitmişti. İyi geceler dileyeceklerdi. “Ne oldu sana?” dediler, sizi okuduğumu söyledim. Kaygılandılar. Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan tuttukları sayıların sayfalarını bulup okudum onlara… Kara gözlerini kocaman kocaman, anlamaya çalışarak açtılar. Saygılı tuhaf bir sessizlik oldu aramızda. Neden sonra küçük kızım “Öldü mü?” diye sordu. Büyük kızım “Gördün mü?” dedi. Çocukların nasıl bir zaman algılayışları var. Ne tuhaf… Masamda bir fotoğrafınız var. Ufaklık ona bakarak, bunu o mu verdi? dedi… Hayır, dedim. Küçük kızım beni üzgün görmüş olacak ki dönüp dönüp sarıldı ve öptü… “Üzülme anne, üzülme” diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Size 2020 Ocak ayından bir an yolluyorum anlayacağınız.  Geçip giden günlerimizden bir gün, bir an…  

 

Siz de Mehmet Fuat’a yazıyorsunuz Bursa hapishanesinden. Oğlunuza… Yıl 1943. “Oğlum, mektubunu aldım. Bayram ettim. Sen daha o kadar gençsin ki hatıraları olmayan ve hatıralara değerlerini vermesini öğrenmemiş olansın. Hâlbuki ben artık hatıraları olan ve hatıralara değer verecek kadar ihtiyarlamışım.”  Bunu yazdığınızda 41 yaşındasınız. Sizden büyüğüm bugün… Siz hiç ihtiyarlamadınız Nâzım Hikmet. Sizi sevdiğimiz, sizi okuduğumuz, sizi takip ettiğimiz için bence bizler de hiç ihtiyarlamayacağız. (Şımarıklık biliyorum ama iltimas geçsek ne olur azıcık kendimize…) Böyle hissediyorum, ne yapayım?

Sözcükler yetersiz kalıyor, dedim ya eveleyip geveliyorum. Kekemeleştim. Oysa masmavi deniz uzanıyor gibiydi önümde. Bir el reveransımla tüm sözcükler önümde eğilecekti. Katman katman anlatacaktım sizi size,  okuyucuya…

Devam ediyorsunuz Mehmet Fuat’a yazmaya… “ Kitapla hayatı birbirinden ayırma. Ve yalan söyleyen ümitsiz kitaplardan yalan söyleyen ümitsiz olan insanlardan kaçtığın gibi, hatta daha çok kaç ve ne öyle kitaplar, ne de öyle insanlarla konuş.” Yine aynı mektupta  “Gogol sağlam kitap yazar, oku; Şolohof mükemmeldir, oku; Balzac’ı, Zola’yı mutlaka oku. Hele Andre Malraux’un İnsanlığın Hali diye bir romanı vardır, mutlaka oku. Ha, bak, Dickens de bütün dehasına rağmen zaman zaman yalancılığa kaçar, Cooperfield’de fevkalade doğru hayatın yanında, yalancı, lüzumundan fazla ve zorla pembeleşmiş resimler de vardır.” 

Sonra Reşat Nuri’nin Yeşil Gecesi’ni okumasını salık veriyorsunuz… 

Mektuplarınızın bazı satırları var ki her birini çizmek, notlamak, paylaşmak istiyorum. Şimdilik böyle kalsın, Tevfik Fikret üzerine yazdıklarınız da bu kitapta…Sonra yazacağım…

12.11.1943 tarihli mektubunuzda “İnsanları bazen ne kolay, ne sade, bize ne kadar aza mal olan bir hareketimizle bahtiyar edebiliriz de bunun farkına ya hiç varmayız, yahut geç varırız.” diye yazmışsınız… Niyeyse bununla bitirmek istedim. 

İyi ki, iyi ki doğdunuz Nâzım Hikmet… Ne güzel dilimden, Türkçemden okuyabilmek sizi… Bahtiyarım. 

Hamiş: Daha Kemal Tahir’le mektuplaşmalarınızı yazacağım… Karmaşık düşüncelere daldım okurken…  Pek çok şeye, aydına, karşılaşmalara, dostluğa ve vazgeçişlere doğru yol aldım… Ve de Memleketimden İnsan Manzaraları nasıl bir plan, nasıl bir disiplin, ne yaptığını bilen bir sanatçının usta işi yaratıcılığından çıkmış olduğunu Kemal Tahir’e kafanızdaki planı yazarken anladım ve şimdi 2020 yılının Ocak ayında bir taşra ilinde kitaplarınız arasında sevinçle gezinirken, deyiminizle ruşeym aşamasındaki Manzaraları mektuplarınızdan okumanın heyecanı içindeyim. Şöyle yazmıştınız:  “Şimdi yapmak istediğim şeyi ve planını anlatayım. Bu suretle yapılmak istenilenle yapılanı kıyaslayabilir ve tenkidlerini bu bakımdan da benim için faydalı kılarsın: 1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısraı bitirdikten sonra vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun. 2) İstiyorum ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuya ana hattında muayyen bir devirdeki muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla Türkiye’nin muayyen bir tarihî devredeki sosyal durumunu anlatsın. Tabii donmuş bir halde değil, diyalektik seyri ve akışıyla 3) İstiyorum ki, ikinci planda Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya durumu –muayyen bir devrede- anlaşılsın. 4) İstiyorum ki –nereden gelinip nerede olunduğu, nereye gidildiği sualine- sahamın içinde azami imkânlarla cevap verilsin. Bu dört nokta ana meselemdir.”