Hey Taksi!

Selçuk Bağış’ın İnci Hanım’ın Sigarası  adlı anı-öykü kitabını okuyalı beri üzerine yazmak istedim. Kitabı bana İstanbul’dan bir arkadaşım gönderdi. Kapımı çalanlar içinde dostlardan sonra en çok kitap getiren kargocuları seviyorum. Kargodan kitap almak çok şenlikli, çok sürprizli. Her kitap bir eşik, her kitap başka hayatlara açılan kapı. Macera ve heyecan, bilgelik ve cesaret vaat ediyor. Tıpkı Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ın meraklı gözleri gibi dünyayı ve insanları görmeye olanak veriyor. Bir büyük büyük yol hikâyesi müjdeliyor.

Yılbaşından bu güne, masamda İnci Hanım’ın Sigarası… Kitabı okurken hissettiğim duyguları yeniden yeniden hatırlatıyor.

Ama kasvetli bir Ocak gününde oturabiliyorum ancak yazmaya. Yazarken kafamda dönenen birçok çağrışım. Nâzım hazır bekliyor her zaman. Muazzam Nazım, hep konuklukta. Hep iyi ki doğmuşsun diyorum ona. Hep iyi ki tanıştım seninle, iyi ki anadilinden okuyabiliyorum seni, diyorum. Nasıl çoğaltır insanı Nâzım, nasıl şenliklendirir, güç verir, destek olur, omuz olur, yoldaş olur, sırdaş olur. Hani benimle birlikte yaşayan, içimdeki, derinlerimdeki insanların en hası Nâzım. Söyleşirim, dertleşirim, birlikte sevinir birlikte hüzünlenirim. Hep deniz feneri.

Selçuk Bağış’ın öykülerindeki insanîlikten geldi Nâzım. Kapılar açıldı, pencereler birbirine baktı. Bıçkın bir taksicinin afili öyküleri, diye janjanlı klişe bir tanıtım cümlesi mi kursam? Hayır. Kurmayacağım.

Kurmayacağım ama kitaba geçmeden önce, şuraya şunu da sıkıştıracağım. Sabah sabah içimi ezen hatırlayışlar arasına Fazıl Say’ın Muhiyiddin Abdal’ın harika nefesinden bestelediği “İnsan İnsan”ı da kattım. Bir Ağıttır.  “İnsan insan dedikleri / insan nedir şimdi bildim/ can can deyü söylerlerdi / ben can nedir şimdi bildim.” Bilgeliğe, insan olmaya dair bir geniş, bir yekpâre özleyiş. Bir an, bir kırılma anındaki semboller, metaforlar silsilesi.  “Âyan nedir pinhan nedir / nişan nedir şimdi bildim”

Nâzım gelir ve şöyle der:  anlamak sevgilim, o bir müthiş bahtiyarlık / anlamak gideni ve gelmekte olanı”

Selçuk Bağış da gelsin o vakit, İnci Hanım da, Sevinç Hanım da, İstanbul’un sokakları, kargacık burgacık yolları, tekinsiz dehlizleri, bitimsiz koşuşturması, yorgun ve saklı insanları da gelsin. Anlamaya çalışalım insan nedir?

İnsan nedir?

Aslında İstanbul cangılında Selçuk Bağış gibi bir taksi şoförüyle karşılaşmak ister miydim bilemedim. Çünkü otomobilin dikiz aynasından şöyle bir bakıp hikâyemi o saat ifşa edecekmiş gibi geldi. Bir temkin, bir tereddüt… “Hey taksi!” deyip, sonra da beni pas geçiniz demek yakışık almayacağından mecburen binmek taksiye ve İstanbul’da kaybolmak. Aslında az bulunur bir macera. Hadi, atlayın madem.

Yolcuların hikâyeleri ile kendi anı parçalarını birleştirmiş Bağış. Dolayısıyla kurgu-gerçek makasında bir karışıklık var. Gerçeklik nerede bitiyor, kurgu nerede başlıyor bunu anlayamaz okur normalde ancak, öykülerin bazılarında, son bölümlerde bir ses giriyor. Bu ses, öykü anlatıcısının dışında, sanki dışarıdan gerçek dünyadan gelen ‘konuşan adam’ ve bazen hakikaten sürekli konuşuyor ve çok şey biliyor. Çokbilmiş yani. Öykü dünyasının kurgusal gerçekliğine, anılar çok güzel serpiştiriliyor, tamam.  Ancak dediğim gibi, kimi öykü sonlarında gelen o bitmeyen ses, haber dilinin tekdüzeliğini ve düzlüğünü suratınıza suratınıza çarpınca, ama bi durunuz rica ederim, demek istiyor okur.  Oysa öykülerin buna ihtiyacı yok, o kadar içtenlikli ve o kadar gerçek hayattan devşirilmiş öyküler ki bunlar. İkinci eleştiri noktam ise kadınları anlatırken bazen kayıveren cinsiyetçi dil. Hani böyle demeye de dilim varmıyor ama. Kadınları anlatırken, “güzel kadın, kendini güzel zanneden kadın…” ayrımı yapmış. …”Kendini güzel zanneden kadınlar aynadan ne kadar acınası görünüyorlar.” Bu iğreti duruyor. Adalı mı böyle düşünüyor, belge-öykü yazarı mı? Ama boncuk gibi dizilmiş bu cümleler, rahatsız ediyor. Ancak aşkı anlatırken unuttuğumuz “incelikler”i bize anımsatması çok sevdicek.

 “Hafif bir gülümsemeden sonra “bir sigara yakabilir miyim?” diye sordu. Mahcuptu, çocuk gibi utangaç, gülüyordu. İsterse arabayı yaksın, dünyadan beklediğim tek şey olan incelik, arka koltuğa insan biçiminde kurulmuştu.” (…) “Aşk ölüm gibi gelmiş kapısına açmaya korkuyor?”

Aşktan korkulur, doğru. Aşk üzerine tonla kuramsal kitap da yazılır, toplumsal cinsiyet rolleri içinde yaşanış biçiminden, kadının engellenmesinden onca şiddete dair. Ama yumuşaklığını da kozası içinde bekleyişini de görmezden gelmemek gerek. İşte Bağış’ın yazdığı aşk “incelikler”le örülü. Tam da aşkta ve hayatta incelikler değil mi yitirdiğimiz?

Yaraya dönüştüğünden, okunduktan sonra da iz bırakan Önde Kızıl Ordu, Arkada Üç Konsomatris öyküsü. Sabaha karşı 5 ve üç kadın, deliler gibi, olabildiğince yüksek sesle konuşmaktadırlar. Bitimsiz bir konuşma seli…  “Kötü birer oyuncağa benziyorlardı. Makyajları akmış, sarhoş ve yorgundular.” Hararetli ve gürültülü konuşurken birden arabanın müzik listesinde çalan Katyuşka’yı duyunca sustular… Ellerine bakarak sustular, sustular… “Şanlı Kızıl Ordu zamanında küçük birer çocuk olan bu kadınlar, tıpkı anneleri gibi ‘sadece sevdikleri erkeklerle öpüşecekleri’ günlerin artık mümkün olamayacağını bildikleri için mi susuştular?” Bir arabanın içinde değildik artık, kırılmış bir kolun acısındaydık.”

Susalım o halde.

Bir de müthiş eğlenceli ve mizah yüklü iç sesi var öykü anlatıcısının. Yolcu ile konuşurken, ondan daha fazlasını iç sesinden öğreniyoruz. Ben dakikalarca güldüğümü, ağız dolusu kahkaha attığımı hatırlıyorum bazı öyküleri okurken. Ancak şöyle, içiniz kararırken birden bir tümceyle sizi o derin lacivertlikten çekip beyaz köpüklü bulutlara, güneşe taşıyor.

Kadınlar, Şairler ve Öğretmenler adlı öyküde insanlardan nefret eden bir kadın yolcu atlar taksiye.  “İnsanlardan nefret ediyorum. Keşke dünyayı kadınlar, şairler ve öğretmenler yönetseydi dedi.”  İşte hemen iç ses devreye giriyor. “Ne yapmıştık sana, teyzemgiller, amcaoğulları, mahalleden arkadaşlar falan hepimiz insandık ve seni hiç görmedik” Mizah inanılmaz ama hemen şöyle bir şeyler geliyor ardından “Güzeldi güzel olmasına ama sığlık yüze bir perde gibi inip güzelliği gölgeleyebiliyor, insan konuşurken buna dikkat etmeli” Erkek için yakışıklılığı bir karakter tanımlaması olarak kullanmıyorsak, kadınlar için de kullanmamalıyız, değil mi? Bir de bu güzelim öykü sonunda uzun uzun Tansu Çiller’den, Bülent Ecevit’ten söz ederek okuyucuya zulüm etmek reva mıdır? Okuyucuyu rahat bırak, bilir o zaten bilmek isterse, istemezse yine bilir.  Öyküler öykü olarak çok iyi, çok gerçek, çok içten… Kapılsın gitsin okur, sezerek içkinleştirmek en az bilerek öğrenmek kadar değerli değil mi?

Ben ne yaptım? Yanlış bir şey yaptım. Bir iki eleştirimi en başa yazdım. Yazdım ya, elimden bıramamadım kitabı, açık söyleyeyim. Bir solukta okudum, ancak o zaman rahat ettim. Pek sevdim. Eski yılın okuduğum son kitabı, yeni yılın yazmaya heveslendiğim ilk kitabı idi Selçuk Bağış’ın İnci Hanım’ın Sigarası.  Altını çize çize, not ala ala okudum. İlk öykü adını vermiş, bir kurgu harikası.

Yani ben, yukarıdaki saydığım bir iki eleştiri dışında, dizgi ve yazım hataları dışında bu öyküleri pek ama pek sevdim. Güzel geldi, umutlu geldi.

Ama böyle bir taksiciyle karşılaşmak ister miyim? Düşünüyorum. İster miyim? “İnsanlık ölmedi” diyor.

“Taksicilik şimdi bende bir yürek yâresidir, Otobüs bekle ama taksiye de bin, yâremiz ekmek pâresidir.” diyor.

Taksiye binmeyebilirim doğru, ama kitabı öneririm. Bir ilk kitap.  Ancak devamı gelmeli.