Gönül yorgunluğu

Mizaç olarak hayatta hep bardağın dolu tarafını görürüm. Olumsuzluklardan ziyade olumlunun altını çizmeyi, güzeli öne çıkararak oradan yaşama sevinci devşirmeyi zannederim daha katlanılabilir buluyorum. “İnsan için büyük adım ama insanlık için neredeyse yok hükmünde” türü dokunuşları da önemsiyorum. Hani şu kabak tadı vermiş, klişe olmuş ama bir o kadar da anlamlı olan metafor: deniz yıldızlarının hikâyesi… Hoş bu hikâyeyi her duyuşumda tüylerimi diken diken eden bir anım aklıma çörekleniyor ama hikâyemi kendime ve kendi anlamına döndürmek için elimden geleni yapıyorum. Nahoş anıya gelince onu daha geniş zamanlarda paylaşayım.

Gönül yorgunluğu başlığını koydum yazıya. Bununla ilgili pek çok deyim de aklıma düştü haliyle. Ağır hikâyelerin sağanağıyla yaşamak zorundayız ya, işte bu sağanak nasıl da yoruyor gönüllerimizi. Gönlümüzü kırıyor, gönlümüzü çökertiyor, gönlümüze dokunuyor, gönlümüzü karartıyor, gönlümüzü bulandırıyor, gönlümüzü yıkıyor.  Gönül koyuyoruz böylesi ümüğümüzü sıkan, yaşamak zorunda bırakıldığımız bin bir türlü garabetin at koşturduğu hayata. Hayata gönül koyuyoruz, içten kırılıyor, inciniyoruz. Yediğimiz lokmalar bile içimize sinmiyor, güldüğümüzde suçluluk duyasımız geliyor. Gülmek ki en büyük meydan okumak, değil mi?

Gülmek deyince, dostlarla gülmek hele hele kadın dostlarla sevinçli zıplamaların eşlik ettiği, çocukluğun ip atlarkenki, kiremit oynarkenki yeğniliğinin benliğinizi esir aldığı o değerli anlardan birini yaşamıştık geçenlerde İzmir’de cankuşumla. Buluşmamızın neşesiyle asansörde başlamıştık kıkırdamaya örneğin, yalnız değildik asansörde evet, ama öyle çok rahatsız edici de değildik hani. 70li yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir adamı sinirlendirdik, oysa ne kibar görünüşü vardı. İzmir Beyfendisi.  Gülmek bulaşıcıdır ya, olmadı, ona geçmedi, bulaşmadı. Aksine sinir oldu bize. “Ne güzel gülebiliyorsunuz, ülke bu haldeyken” dedi. (Gözlerini kocaman açmış, şaşkın ve utanmış emoji) Suçluluk bir an yüreğimden yanaklarıma doğru dalga dalga bir kızıllık olarak yürüdü. Bir andı, evet. Edip Cansever’in “Mendilim’de Kan Sesleri” tüm güzelliği ve dokunaklılığıyla gelip çöreklendi yüreğime.

“Gülemiyorsun ya, gülmek

Bir halk gülüyorsa gülmektir

Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.”

Sonra gülemeyen, güleni sevmeyen  bu beyfendiye üzüldüm hakikaten. Ağız dolusu gülmek bile “bizim büyük çaresizliğimize”, bizim büyük öfkemize karşı küfür gibi, şımarıklık  gibi algılanıyor demek.  Böyle öfkeli, sinirli, depresif, kıyıcı, yaşamdan zevk almayan, musibet, kötücül, karanlık, tekinsiz, sevgisiz, kıskanç… of yazarken yoruldum. Dışa doğru akmayan, tepkinin ve eylemenin yaşamla buluşamadığı, kör kuyularda, insanın içlerinde bekleyerek koyulaşan öfke ne çok zararlı oysa. Yaşam koçlarına sorun. (Göz kırpma emojisi)

Ağır hikâyelerin sağanağı altındayız. Doğru. Bu sağanaktan bireysel olarak kaçarımız yok. Mümkün değil.  Gönlümüz bulanıyor, evet. İşsizlik, adaletsizlik, eşitsizlik, gösterişçilik, sömürücülüğün her türlüsü karabasan gibi çöküyor. Nazım’ın Galip Ustası’nın “işsiz kalırsam, işsiz kalırsam, işsiz kalırsam” diye diye devirdiği yıllarının kaygısı yüreklere çöreklenmiş. Para tapıcılığı yeni bir din olarak her yanı sarıp sarmalamış…  Shakespeare’in 66. Sone’si bir ilmihal olmuş hayatlarımızın baş köşesinde; salınmakta.  Ama her şeye rağmen bahar geliyor, deyip Eğitim-Sen’in 2018 Yılı Eğitim’de Cinsiyetçilik Raporu’na geçiyorum. (http://egitimsen.org.tr/2018-yil-sonu-egitimde-cinsiyetcilik-raporu/)

Ancak bu değerli çalışmanın verileri yenir yutulur cinsten değil.  Eğitimde ve toplumsal yaşamda geldiğimiz noktayı şamar gibi yüzümüze çarpan cinsten. Eğitim sistemi her türlü ayrımcılığa ve eşitsizliğe kapalı; özgür, özgüvenli, öğrenmeye açık, soran ve sorgulayan bireyler yetiştirmek zorunda. Sistem tüm bunları sağlıyorsa bir anlam taşıyor. Peki bugün, en büyük insan hakkı ihlali olarak ekonomik eşitsizlik –sınıfsal eşitsizlik-  çocuklarımızın tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmakta. Eğitim sistemindeki paralı eğitim ve özel okullaşma kulvarına eklenmiş dini eğitimin neredeyse 4-6 yaş grubuna kadar inmiş biçimi, bu yönelimin açtığı farklı okullaşma türleriyle kıvamlanan eşitsizlik ve niteliksizlik üreten eğitim politikaları kahredici boyuta ulaşmış durumda. Cinsiyet körü, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yeniden yeniden üreten söylem ve uygulamalar özellikle kız çocuklarının  eğitim sistemi dışına itilmelerine neden oluyor. Rapora göre:

“TÜİK verilerine göre, son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğu devletin izniyle evlendirildi. Son 6 yılda 142 bin 298 çocuk anne oldu ve bu çocukların büyük kısmı dini nikâh ile evlendirildi.

Peki, Neler Yaşandı?

  • 2009 Temmuz’unda MEB yönetmelik değişikliğiyle ortaokul ve lise öğrencilerinin nişanlanmasını serbest bıraktı.
  • 2013 yılının Eylül ayında evli öğrencilerin açık öğretim lisesine yönlendirilmesi düzenlemesi getirildi. Yani lise çağlarında evliliğin önü açıldı.
  • 2014 yılında 20 bine yakın aile 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için dava açtı. Hükümetin ön açıcı tutumu mahkemelerin evlendirmelere izin veren kararlarını çoğalttı.
  • 2015’in mayıs ayında AYM resmi nikâh kıymadan dini nikâh kıyan imam ve çiftlere ceza verilmesini ortadan kaldırdı. Yani, eskiden çocuk yaşta evlilikleri yasaklayan yasalar, dini nikâhla bu evliliklerin meşrulaştırılmasına zemin hazırlayacak şekilde esnetildi.
  • Anayasa Mahkemesi yine bir yasa iptaliyle çocukların cinsel ilişkiye rıza yaşının 15’ten 12’ye indirilmesinin önünü açtı.
  • 4+4+4 sistemi ve artan yoksulluk ailelerin kendilerinden uzakta çocuklarını okumaya göndermek zorunda kalmalarına neden olurken, yeterli ve nitelikli devlet yurdu açılmadığı gibi tarikat ve cemaat yurtlarına göz yumulması ve denetimsizlik çocukların yurtlarda istismara uğradığı örnekler arttı.
  • İktidar temsilcilerinin “Küçüğün de rızası var”, “Bir kereden bir şey olmaz”, “Çocuklar çığlık atmayı öğrensin” gibi açıklamaları, çeşitli kurum yöneticilerinin kamuoyuna yansıyan ve tepki alınca geri çekilen demeçleri ve “9 yaşındaki çocuk evlenebilir” gibi Diyanet fetvaları ise “çocukları koruması gerekenler istismarcıları aklıyor” dedirtti.”

Raporun detayına bakılabilir. Ancak alacakaranlık kuşağı izlermiş gibi yaşadıklarımız. Ağır hikâyelerin sağanağı altındayız. Bu düzenlemeler ve eğilimler, sistemsel değişiklikler ve kazanılmış hak gaspları gündelik yaşamda korkunç trajedilere neden oluyor. Tek tek çocukların, kız çocuklarının alacakları, yarım kalmış hayatları, engellenmiş gelecekleri karanlık öyküler olarak her an karşımıza çıkıyor ve değiştiremediğimiz koşulda çıkmaya devam edecek.

Anneannemi hatırlıyorum yine, 1930’lu yılların ikinci yarısında uzak bir köyde ilkokulu bitirmiş, pırıl pırıl bir bilge kadına dönüşmüş anneannemi. Kızlarını okutmuş, kendi yarım kalan eğitimini hayat okulunda bilgeleşerek tamamlamış, o yılların eğitim atılımı okullu olarak cisimleştirmiş örgülü saçlı kız çocuğunu unutamıyorum. Minik hikâyelerin, gerçek hikâyelerin deniz yıldızlarını anımsatması, yine de gönül yorgunluğumu geçirmiyor. Gönül açıcı atılımlar gerek. Küçük derelerin nehirlerle, denizlerle, okyanuslarla buluşması gerek…

İşte şimdi de Ahmet Arif geliyor, gelsin…
   “Öyle yıkma kendini,
   Öyle mahzun, öyle garip...
   Nerede olursan ol,
   İçerde, dışarda, derste, sırada,
   Yürü üstüne - üstüne,
   Tükür yüzüne celladın,
   Fırsatçının, fesatçının, hayının...
   Dayan kitap ile
   Dayan iş ile.
   Tırnak ile diş ile
   Umut ile sevda ile düş ile
   Dayan rüsva etme beni.
 
   Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
   Namuslu, genç ellerinle.
   Kızlarım,
   Oğullarım var gelecekte,
   Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
   Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
   Gözlerinden,
   Gözlerinden öperim,
   Bir umudum sende,
   Anlıyor musun ?”