Eşit Olmayan Bir Dünyada

“Bu sistem insanın yaşamına değer ve anlam katıyor mu?”böyle soruyor Richard Sennett “Karakter Aşınması”nda.

Birkaç gündür yine kendi kendime söylenirken ve kendi kendimle söyleşirken pat diye konuğum oluyor. Evet, diyorum, eveeet. Bir Richard Sennett vardı. Yahu nerelerdeydi? Nasılsınız Profesör Sennett? “Ten ve Taş”, “Saygı”, “Karakter Aşınması”… Hani eski bir dostu yeniden görmüş gibi sevinçle doluyorum. Diğer kitaplarını henüz okumamış olmak yüzünden okuyanlara haset ediyorum. Gıpta değil,  kötücül, zehirli bir sızıntı, Kıymetlimisssss, diyesim geliyor tıslayarak.

Ne tuhaf yaratıklarız insanlar olarak Mr. Sennett. Duygu geçişleriyle açılan kapanan perdelerle, birden bir aydınlanma hissiyle, tatlı bir sevinçle yaşayıp gidiyoruz işte. Rastlaştık yine.  

Daha daha nasılsınız? Yalnız yıllar önce satın aldığım “Karakter Aşınması”nı kitaplığımda bulamayınca hafif bir sinir buhranı geçiriyorum. Sonra “Saygı”yı buluyorum. Elime alıyorum, şu an dünyanın en değerlisi… Kıymetlimissss. “Ten ve Taş”, ah evet orada. İsmail Tunalı’nın “Modern Resmi” ile Gölpınarlı’nın “Mesnevi şerhi” ile koyun koyuna. Yumurtaya can veren Rabbim, dedirtiyor. Ne diziliş ama. (Oysa son derece rasyonel bir açıklaması var: kitap boyları eş.) 

“Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir…”

“Bazen yaşantımızda, aslında bildiğimiz bir sahneyi ortaya çıkarmak için bir anlığına perdeler açılır –bir şey hakkında önemli bir ipucu içerdiğini bildiğimiz bir sahnedir bu- fakat sonra perde biz daha ne gösterildiğini anlayamadan hızla kapanır.” diyor “Saygı”nın bir yerinde. İşte öyle bir şey.  Bir perdenin açılayazması aslında bayağı bir açılması, kendi kendine bir buluş yapacakken, bir dostun cesaretlendirmek için hafifçe omzumdan itmesi, anlık bir şeyleri görür gibi olmak. Bulutsu bir ortamda gölgeleri yakalamak, tozlarını üfürmek… Böyle bir his yaratıyor demek ki bende Richard Sennett. Dedim ya içimi sevinçle dolduruyor.

Peki, perdenin açılmasına ne neden oldu? Niye lambadaki cini çağırdım?

İzini süreyim zihnimin, çağrışımlarımın. Bütünsel bir dünya algısı o denli önemli ki. Neden-sonuç ilişkileri ile dünyayı anlamak ve anlamlandırmak… Evet. Bu yangın yerinde, deliler evinde izinden gideceğimiz işaretlerin olması gerek. Bağlantıları kurmalıyız, gerçek bağlantıları açığa çıkarmalıyız. Kaotik, çılgınca, güvenliksiz, acımasız, kıyıcı, değersizleştirici bir sistemin ortasında dehşete kapılmış, kaybolmuş bir çocuk gibi yönümüzü bulmaya çalışıyoruz.

İşte o, şuncacık hayatını zehir eden, o işte, şuradaki: kapitalizm. Yenisiyle eskisiyle, yerlisiyle yankisiyle… Adlı adınca…

Bak şu bebelerin güzelliğine, diyecek oluyor kafamdaki minik adamcıklar kadıncıklar. Susturuyorum. Devamı gelirse ağlarım.

Ne diyordum, şişedeki cini kim çıkardı? Beşiktaş’ta bir mekânın patronu (“mekân” sözcüğünü de bu şekilde ilk kez kullanıyorum. Kendimi mafya gibi hissettim birden. Biri aklıma geldi, ağzıma acı biber sürdüm. Yazmadım adını.) Bak, bak, çalışanlar adamı kırmızı halıda karşılamadı diye tokat atıyor kadın işçiye, sonra diğer çalışanlara. İşte, özgürlükler ülkesi diye diye pazarladığınız sınırsız pazar dünyası hepi topu bu fotoğrafa sığar. Bu kadar basittir sahi. Onca ışıltılı neon ışıkları, şu patronum diye salınan zat-ın geldiğimde ayağa kalkmadılar, hürmet görmedim diye yakasını bağrını parçalayarak karşına çıkan en güçsüz bellediği işçiyi tokatlamasıdır.

Aklımdan çıkmıyor. Ne yapayım?

Sonra o kadın işçiyi düşünüyorum. Bu işçide cisimleşen, billurlaşan karartılmış hayatları. Hayâsızların, saygısızların, arsızların…

Sahi, nedir saygı? Sennett diyor “Saygı ile eşitlik arasındaki ilişki benim ilgi alanım oldu. Saygı kazanmak için insanlar zayıf ve muhtaç olmamak zorundadır.”

Kapitalizm “zayıf ve muhtaç” olarak gördüğü milyonlarca, milyarlarca insanı hor görüyor. Büyük saygısızlık!

“Saygının yokluğu, açıkça yapılan bir hakarete nazaran daha az saldırgan olsa da, aynı derecede yaralayıcı bir hal alabilir. Örneğin karşıdaki insana hakaret edilmiyordur ama onun bir insan olarak varlığı da tanınmıyordur: Bu kişi, varlığı önem arz eden tam bir insan olarak görülmüyordur. Bir toplum, yalnızca birkaç kişiyi ayırıp, geri kalan kitlelere bu şekilde davrandığı zaman, bu bir saygı kıtlığı yaratır. Sanki bu kıymetli cevherden herkese yetecek kadar yokmuş gibi. Çoğu açlıklar gibi, bu kıtlık da insan yapımıdır: yiyeceğin aksine saygının hiçbir maliyeti de yoktur. O zaman saygı niçin bu kadar kıt olsun ki?”

Katılmıyorum. Kıymetli cevherden herkese yetecek kadar üretilemez, mümkün değil. Kapitalizm koşullarında paranın ve gücün saltanatı olduğu sürece bu çemberin dışındaki “güçsüz”e “kaybeden”e, “yenilmiş”e, “beceriksiz”e “işbilmez”e, “işsiz”e, “fakir”e, “çirkin”e, “yaşlı”ya, “hayvan”a, “çocuk”a, “lgbt”ye, “göçmen”e, “topraksız köylü”ye, saygı falan duyulamaz. Anca tokat atılır. 

Vaadler Ülkesi, diye bir film vardı Andrzej Wajda’nın.  Kof ve ağdalı hayallerin gerçeklerle çarpıştığı bir karanlık savaş alanı.

“Çalışanlar için esnekliğin anlamı yaşam boyu iş güvencesinin olmaması, sürekli iş ve şehir değiştirmek, yön duygusunu yitirmek, hayatta sürekli geçici projelere, bir işten diğerine, güvensiz ve kayıtsız savrulmak… Oysa insan karakteri, duygusal deneyimlerimizin uzun vadeli olması ve başkalarıyla girdiğimiz ilişkilere yüklediğimiz etik değerler üzerinden gelişir. Karakter, içsel bütünlük, ilişkilerde karşılıklı bağlılık ve uzun vadeli bir hedef için çaba harcamak biçiminde kendini gösterir. Yeni kapitalizm ise güvenmeyi, bağlanmayı ve uzun vadeli planlar yapmayı kârlı bulmaz, reddeder.”

İşte bu bağlamda ben, şişedeki cini kim çıkardı diye aranırken birbiri ardına sorarken soruları, atanamayan genç öğretmen adaylarına, onların intiharlarına, iç yakan, çok derin bir yara açan intiharlarına, sessiz çığlıklarına kulaklarımı tıkayamaz oldum.

2017’den beri 50’ye yakın genç insanın intiharı… Ellinin içinde sadece iki elin parmakları… Ah, ne yaptınız çocuklar?

Merve Çavdar (25),

Alim Koç (33),

Esra Temur (26),

Elif İşler,

İbrahim Yeşilbağ (27),

İsa Erdoğan (23),

Halil Mustafa Bozkurt (33)

Ersin Turhan (32)

Doğukan Özyılmaz (25)

Kevser Abdülkadiroğlu (21)

Sennet diyor “İnsanları birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin, meşruiyetini uzun süre koruyamayacağından eminim.”

Ben bahsi artırıyorum:  varlığını da koruyamayacağından eminim.