Cumhuriyet Panoraması

“Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”

Hatırladınız mı bu sanat müziği parçasını? Yakup Kadri’nin “Panorama” romanının bir yerinde Halil Ramiz’in aklına gelen bu… Hakikaten titremekte, korkunç bir umutsuzluk içinde Cumhuriyet İnkılabı’nın geleceğinden endişelenmekte ve suçlu bulduğu bürokrat-aydın kadrolarının aynaya bakmasını, kendileriyle yüzleşmesini istemektedir.

Bir başka zamanda “Türk Aydınlarına Şairlerden Bakış” adlı yazısında Enis Batur’la söyleşisini aktarmaktadır Ece Ayhan:

“Ece Ayhan: Yalçın Küçük son kitabında “grup halinde bir odaya kapanmış ağlayan aydınlar”dan söz ediyor, buna ne dersin?

Enis Batur: Ne diyebilirim ki. Aydın yanları olan insanlar bazı dönemlerde böyle umarsız kalır, sıkışır, ağlaşırlar da. Yaralanmışlardır. Onurlu oldukları ve kan kaybettikleri için belki de. Bana öyle geliyor ki, yüzyıllardır ayna korkusu taşımalarını bu açıklıyor: Besbelli ki bazı olmadık işlere bulaşmışlardır, arınmak zordur artık, gözyaşıyla da olmaz bu, gene de ağlayabilirler, aynaya gözünü kırpmadan bakmak daha zordur.” (Ayhan, 1995: 260)

Evet, aynaya gözünü kırpmadan bakmak zordur; ancak imkânsız da olmasa gerek. Örnekleri de vardır üstelik… Ancak aydının üstüne bindirilen ağır yük, her şeyi aydından bekleme kolaycılığı, dahası bazı aydının da sanki bir “teşkilat” gibi tüm o yükü üstüne alma çabası ancak çıkışsızlık girdabında çamura bulana bulana boğulması…

Aydının rolünü pek abartmasak mı?  “Sınıfsız sömürüsüz kaynaşmış bir kitle” simulakrının aydınları en fazla götüreceği yer “beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” serzenişi olabilir ve olmuştur da Kadro yazarının Panorama’sında…

Yakup Kadri incelemelerine devam ediyorum. Bu kez elimde beni karanlık bir dehlizde öylece sıkıştırıp tüm çıkış kapılarını sımsıkı kapatan bir roman var; Panorama. 1945 çok partili hayata geçiş ve ardından 1946 seçimleri ve nihayet 1950 Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi sürecini kapsayan, neredeyse geriye doğru bir çeyrek yüz yıllık bir kesit romanda anlatılan.  Romanın tefrikası 1953 ve baştan kaybedilmiş bir savaşın ilanı niteliğindedir içeriği. Romanın toplumsal gerçekliği ne denli sarsıcı anlatabileceği ve roman zamanının toplumsal, siyasal, ekonomik tüm yanlarını anlamak isteyen  kuşaklara son derece önemli bir belge bırakabileceği bahsini ise bir yere not düşelim. Şüphesiz sözünü ettiğimiz tür gerçekçi edebiyattır.

Yakup Kadri’ninki Panorama’sı ise adlı adınca politik bir romandır. Alacakaranlığı anlatır. Umutsuzluğu, yönsüzlüğü, bir başınalığı ve devrimlerin itici gücü olarak nitelenen “kadro”ların alabildiğine hareketsizliğini…  Cumhuriyet devrimlerinin, bu büyük altüst oluşun, gerek devlet kadrolarında, gerek aydın kesimde gerekse halk yığınlarında toplumsal yansımalarını araştırır roman boyunca. Gördüğü ise tek başına kalmış bir liderin mücadelesi ve liderin ölümü ertesinde ortaya çıkan karanlık müphemlik içinde devrim kazanımlarının bir bir elden çıkarılması olmuştur. Devrimin kadroları olması gereken elit-aydın kesim kendi bireysel çıkarları peşinde erimiş, dağılmış; ortalamacılık içinde uymacılık (konformizm) limanına sığınmıştır. İçlerinden pek azı içtenlikli bir şekilde acı çekmekte, çile doldurmakta, huzursuzluk içinde kıvranmaktadır.

Asıl soru ise şudur: Milli Mücadele sırasında tek vücut olan koca bir halk nasıl da sonrasında böylesine dağılmış, umutsuz, öfkeli, üstelik birbirine karşı düşmanlık beslemektedir?

Halil Ramiz’in iç seslerinden biri yanıt verir:

“O bir müstesna harp safhasıydı, geldi geçti, şimdi herkes kendi mukadderatını kendi sahip olarak bildiği, dilediği gibi efendice yaşamak istiyor” Lâkin bir yurttaşın efendice yaşamsı, her şeyden önce, bütün dış tehlikelerden masun, dört başı mamur bir yurdun içinde bulunması şartına bağlıdır. Böyle bir yurdun ise temelleri atılmış, fakat kurulması tamam olmamıştır ve bunu tamamlama işini başarmak ancak, o harp safhasında katlandığımız fedakârlıklar derecesinde bir nefis feragatıyla bir millî birlikle mümkündür.  Yine memleketten gelen sesler ona şöyle söylerdi “o dört başı mamur vatan, şimdiye kadar neden kurtulamamıştır? Eğer, beğendiğin, arkaladığın devlet sistemi mükemmel bir şey olsaydı, bu memleketin bir cennete dönmesi gerekirdi. Oysa bir cennete benzemekten bir hayli uzaktı. Neden? O sistemin kötülüğünden mi? Kendi kendine “Kabahat bu sistemde değil, onu yanlış kullananlardadır. Onu, gerek bilerek gerek bilmeyerek baltalayanlardadır. Bütün yemiş verecek dallarını kesip, onu küskütük, kupkuru bir ağaç haline sokanlardadır. (…)Babıâli denilen bir devlet türbesinin, bir irade ve enerji zindanının küfü ve rutubeti içinde ankiloze olmuş kol ve bacaklarıyla geldiler. Hayır, gelmediler, getirildiler ve inkılâp ruhunun hızına göre bir yıldırım süratiyle dönmesi gereken idare çarklarının başına çöktürüldüler? Kimler tarafından? İşin en hazini; inkılapçıların kendileri tarafından.” (Karaosmanoğlu,1971: 471-472)

Başka bir yerden Diyarbakır’dan aynı roman kişilerinden biri olan Felsefe Öğretmeni Ahmet Nazmi ise şunları söyler: “Yıllar yılı geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz inkılâp kelimesinin daha (i) harfi bile buraya aksedememiş. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceğine kapılanlardadır.” ( 109)

Millî Mücadele ertesi, Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden kısacık zaman diliminde kuruluşun ilkeleriyle çelişen onca olay ve onca insan arasında  yaygınlık kazanan “menfaat şirketi karakteri” sürece damgasını vurmuş, geniş ve geri halk kesimleriyle uçurum hiç kapanmamak üzere açılmıştır. Cumhuriyet Balolarının ideolojik ve sembolik anlamı yanında pratik anlamı Ankara Palas merdivenlerinden çıkan fraglı ve dekolteli bir avuç insanla halk arasındaki uzaklığın gün geçtikçe artmasıdır.

Çok partili hayata geçişin ardından kuytulara çekilmiş gerici kesimin attığı  zafer çığlıkları, Mustafa Kemal’in ölümünden sonra bir kez daha duyulur. Bunlara göre “İstibdat rejimi” yıkılmak üzeredir.

Halil Ramiz yine düşünür, düşünür, kendi kendine mırıldanır:

“Miting hitabelerinin, gazete makalelerinin ve yer yer baş gösteren sokak nümayişlerinin şaşkına çevirdiği hükümet erkânı olsun, gün geçtikçe yılgınlıkları bir nevi paniğe dönen Halk Partililer olsun, düştükleri bu bâdirenin sebebini her şeyden önce Halil Ramiz gibi dik kafalı partizanların tavır ve hareketlerinde aramaya başlamışlardı ve bu çeşit kimseleri, hiç değilse ön saflardan arkaya itmekle toplumdaki galeyanı yatıştırabileceklerini umuyorlardı. Zaten bütün bu muhalefet, halkın temayüllerini hiçe sayan birkaç Bakanın, birkaç mebusun, bir nobran gazete yazarının taşkınlıkları, sakarlıkları yüzünden patlak vermiş, alıp yürümüş değil miydi?” (425)

Birkaç “iyi” adam Halk Partisi’ne yönelik eleştirinin doğrudan öznesi olurlar ve ardından imam hatipler açılır, ilkokula din eğitimi bu parti eliyle sokulur.

Panorama’nın sonunda ise Yakup Kadri “inkılabın” ne denli yenilmiş olduğunu ve aslında 1950’den itibaren hiçbir ışık nüvesinin kalmadığının altını çizer. Korkunç sonla biten romanla birlikte tüm inkılapçı kadronun kalın ve soğuk bir duvara çarptığını, tıpkı Tanzimat gibi, Meşrutiyet gibi bu dönemin de başarısızlıkla son bulduğunu bildirir.

Oysa henüz daha 1960’lar gelecektir…

Şenel, Sabahattin (ed.), (1995)., Türk Aydınlarına Şairlerden Bakış, Ece Ayhan, Bağlam Yayınları, İstanbul.

Karaosmanoğlu Y. K. (1971). Panorama, Remzi Kitabevi, İstanbul.