Çözülme

Yaz geçti. Şimdi sonbahar…

Yaz Geçer Murathan Mungan’ın şiir kitabı… Değil mi ya, “Yaz geçer yine gelir.” “Yaz geçer iyi gelir sözcükler.” Sözcükler; iyileştiren, mutsuz eden, kamaştıran, buran, ince bir hüznü yüreğimize çöreklendiren ya da içimizi coşkulu bir sevinçle dolduran sözcükler. Ama benim gönlüm, sonbaharı ışıklı, yumuşak, alabildiğine dingin yüreğime nakışlayan Yapıcılar’ın Sonbahar parçasında. Ne tatlı, ne lezzetli, ne bugünüme yakışan, ve üstelik umutlu bir şarkı. Hakikaten, öyle. Dinleyiniz, atlamayınız. 

Ama “gam yükünü” yüreğe yüklemeden de dinlenir mi? Bilmiyorum. 

Geçen haftalarda Flormar işçilerinin haklı mücadelesini yazarken demiştim. Yazın son günlerinde gördüğüm Hırvatistan’ı yazacağım, o kokuyu, o dokuyu, o duygu sağanağını yitirmezsem, evet yazacağım, demiştim. Yitmedi kendini yazdırmadan da gitmeyecek anlaşılan. Üstelik Yapıcılar’ın Sonbahar şarkısının çağrışımlarıyla da dokunarak Yugoslavya’nın dağılışı hikâyesi birbirine sarıldı. 

Bu da yetmedi, tüm bunlar olurken, bazı geceler kendimi ödüllendirdiğim eğlenceli oyunumu bir kez daha oynadım. Oyun şöyle, zulamdaki hakkında hiçbir fikre sahip olmadığım bir filmi seçiyorum ve o film, günün kendime armağan ettiğim filmi oluyor. Ne çıkarsa bahtıma… Film Nikita Mikhalkov’un 2007 yapımı 12 adlı filmi çıkmasın mı? 

Hay bin kunduz! Tuhaf tesadüfler, tuhaf çakışmalar. Her zaman yaptığım gibi yoldaki işaretleri izledim.  Yollar bizi nereye, nerelere götürür acep? Yolun kendisi de menzil kadar heyecan verici midir? (Derin mevzular, cepte dursun.) 

Peki, gelelim Dubrovnik dolaylarına. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti çözülüşün ağırlığını yaşayınca,  güzelim Hırvatistan’la tanışınca, minik balıkçı kasabalarından birinde kalınca, oradaki ahaliyle eh biraz sohbeti koyulaştırınca, sosyalist sistem içinde kimse kimseye tek bir kurşun atmamışken travmatik savaşın akıl almaz hikâyelerini, dağlardan gelen keskin nişancı askerlerin ettiklerini tatlı bir rüzgâr eşliğinde bahçede sohbet ederken dinleyince, Dubrovnik’teki Eski Şehir denilen, sur içinin harabeye dönmüş fotoğraflarını görünce, anlatıcıların yüzlerinde inanılmaz bir biçimde beliriveren, o günlerden kalma kara gölgeyi ve korkuyu fark ediverince, Tito’yu anımsayınca… İşte o zaman, o zaman yüreği dağlanıyor insanın. Benim de dağlandı. 

İnanılmaz demek tuhaf kaçacak ama etnik milliyetçilik pompalanırken, mezhep çatışmaları kışkırtılmış. Sonuç, onca insanın birbirine kırdırtılması, katli, sönüp gitmesi. Sonra gelsin minik şehir devletleri… 

4 milyon nüfuslu bir ülke Hırvatistan. Çok pahalı. AB işbölümü çerçevesindeki dayatmalarla kaderlerine turizm düşmüş Hırvatların ve elbette fabrikalar kapatılmış. Kazanımlar erimiş. Genç işsizlik yüksek, halkın bir kısmı iç savaş sırasında kurtarıcı olarak gördüğü Almanya’ya kapağı atıp ucuz işgücü olma peşinde şimdi. Özellikle gençler arasında ülkeyi terk etmek pek yaygın. Bunlar öğrendiklerimiz. Güneşin, oya gibi sahilin, Adriyatik’in kadim sesinin kulağımıza fısıldadıkları bunlar. Kapitalist restorasyon pahalıya patlamada hem de çok diyor börtü böcek ve ev sahibimiz Martov.

Tesadüf, tuhaf çakışma gibi sözler etmişken komik oyunumun sonunda bir de 1957 ABD yapımı 12 Kızgın Adam filminin bir nevi uyarlaması olan Rus filmi de tombaladan çıkınca yolumun güzergâhı da kendini açık etti haliyle.  Yine bir çözülüş hikâyesi Mikhalkov’un 12’si.  

Rus-Çeçen Savaşı’nın fonu oluşturduğu film, geri dönüşlerle ve bugüne sıçramalarla bizi bir mahkeme salonuna götürüyor. Yıllar geçmiş ve savaş sırasında yapayalnız kalan ve bir Rus askeri tarafından evlat edinilmiş minik oğlan çocuğu büyümüş yirmili yaşlarında bir gence dönüşmüştür. Dahası üvey babasını öldürdüğü suçlamasıyla yargılanmaktadır. Hikâye tek bir mekânda, mahkeme salonuyla bitişik ve birbirine geçişleri olan alabildiğine eski, su boruları çürümüş, dökülen bir okulun salonunda geçiyor. 

Oldukça metaforik değil mi? Eğitim ve adalet… Farklı mesleklerden, farklı sınıflardan, farklı eğitimlerden ve farklı etnik kökenden gelmiş 12 erkek juri üyesinin 11 tanesi fazla vakit harcamamak adına, gencin suçlu olduğunu beyan edip geçerken bir üye itiraz ederek zaman algısını tersine çevirir ve farklı bir pencere açar. 

“Bir satıcıya gidersiniz ve bir karpuz almak istediğinizi söylersiniz, size karpuzun içinin kıpkırmızı ve sulu olduğuna dair garanti verir. Ona inanıp karpuzu alır ve eve götürürsünüz fakat; karpuzun hiç de satıcının bahsettiği gibi olmadığını görürsünüz ve karpuzu alıp çöpe atarsınız. Beyler, bir insanın içini açıp ona bakamayız  ve onun için tartışmalıyız.” 

Oysa tartışılacak pek bir şey var mıdır? Çocuk Çeçen’dir ve kuvvetle muhtemel üvey babasını da öldürmüştür. Uzun bir film 12, ancak bir süre sonra izleyiciyi avuçlarının içine öylesine alıyor ki zamanın  nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Dahası karmakarışık imgelerle geçmiş zamana, Sovyetlere ağıt yakarken buluyorsunuz kendinizi. Çünkü film bir ağıt.  Yönetmen feryadını incelikli bir biçimde örmüş, göndermeleri ve alt okumaları bol bir film. SSCB’nin çözülüşü ardından çözülen hayatlara, adaletsizlik ve eşitsizlik sarmalı altında inim inim inleyen insanlara doğrudan değil dolaylı bir çağrışım var. 

Ne demiştim, bir jüri üyesinin kuyuya taş atmasından sonra, tek tek her bir üyenin müthiş bir gerilim ve hezeyan atmosferinden sonra kararlarını değiştirmesi, genci suçsuz bulması ama inatla birinin, eski bir Sovyet subayının asla geri adım atmaması, ısrarcılığı hikâyeyi başka bir mecraya sokuyor. Bu ısrar ve başka türlü bir çözüm önerisi, hakikaten de kapitalizmin ülkelere, hayatlara nasıl bir çaresizlik dayattığının da karabasanı adeta. 

Bir yanda çaresizlikten türeyen bir dayanışma öte yanda karanlık bir tünelden sonra da bir son çıkış olabileceğine dair bir iyimser işaret. Ben filmi böyle izledim. 

Ardından dilimde o şarkı, yine yeniden söyledim söyledim:

“Belki bir gün yaz gelir. / Belki o gün yaz da bize az gelir. / Kışın karı fırtınası bize az gelir. Bana nazlı yardan bir haber getir.”