Covit19 günleri-1: Sınıfın camından

Aynı şeyi düşünüyoruz muhtemelen. 

Distopik bir filmin ortasında imiş gibiyiz. Hepimiz sanki bir film kahramanıyız. Adım adım ilerleyen süreçte adeta kendimizi ve tüm olup bitenleri dışardan izliyoruz. 

Yarım bir gülümseme, mutfaktan gelen çatal bıçak sesleri, çocukların koşuşturmasına karışan kahkahaları, evdeki erzakı düşünürken, ne zamana kadar yeter kaygısı, bağışıklık sistemi güçlü olmalı diyen uzmanları dinlerken ülkemde kaç kişi yeterli ve dengeli besleniyor acaba teyakkuzu, Küba’dan yüz güldüren, onur veren dayanışma haberleri, geceyi yaran köpek havlamaları, kaç kişinin işsiz kalacağı karabasanı, belirsizlik, belirsizlik içinde sanki havada asılı kalmak, donakalmak, derken komşunun yine çınlayan rüzgâr çanı, gelmeyen uykular, okunamayan kitaplar, odaklanamamak, gözümüzün kulağımızın haberlerde, sosyal medyada olması, geceleri düşen gün sonu Covit-19 tanıları ve ölüm haberleri…  

Bir karanlık fırtının tam da ortasındayız. Doğru, sonu belirsiz bir şekilde giderek kükrüyor sular. Ezberlerimizin, savunularımızın, bildiklerimizin ve dediklerimizin bin kere doğru ve gerçek olduğunu sınadığımız zamanlar yine. Kapitalizm arabası uçurumdan yuvarlanırken kayalara, çarpa çarpa bizi de sersemletiyor, yaralıyor, canımıza kastediyor. Dizginlerinden boşanmış, bütün yaldızları dökülmüş, telaş ve panik içinde bildik reflekslerini veriyor. 

Niye yazıyorsam bunları, aynı şeyi düşünüyoruz işte, tekrar etmeye gerek var mı? Başka bir dünya mümkün. Başka bir dünya zorunlu. Bu düzen böyle gitmeyecek, gitmiyor, gidemiyor, gidemez.

Elimi alnıma siper ediyorum, güneş gözlerimi almasın ki ufku göreyim, azıcık içim açılsın, azıcık şu karabasandan kurtulayım, nefes alayım, çok şey mi istediğim? 

Derken…

Kapım çalıyor. Mart ayı dert ayı diye hayıflanırken. Elleri eldivenli bir PTT çalışanı bir paket getiriyor. Malum “dışarıdan” gelen her şey evde bir dalgalanmaya neden olmakta bugünlerde. Gelen ne, kimden? Nasıl? Aman dokunma! 

Dedim ya distopik bir filmin göbeğindeyiz. Pat durumu… Senaryo nereye evrilecek acaba? Paketten ne çıkacak, yeni bir süper güçlü silah mı? Işın kılıcı mı? Takanı muktedir kılan bir yüzük mü? Ne? 

Çamaşır sularına batırılmış bezlerle sildiğimiz paketten gülümseyerek gözlerimin taa içine bakan bir şiir kitabı çıktı. Sevgili Mehmet Barış’ın beşinci kitabı, üstelik de adıma imzalanmış. Distopik film kahramanlığından süzülüp inceliklerle sınanmış ışıklı bir patikaya düştü yolum şairin sayesinde. Günlerim ışıdı. İçim genişledi, tıpkı böyle: 

Sıçrayıp duruyor içimizde bir oğlak

Şiir bizim, müzik bizim, dans bizim!

Söz verdik bir ince gelinciğe

İnat bizim, kavga bizim, can bizim! (Bizim)

Şiir kitapları üzerine yazılmış eleştiri ya da tanıtım yazılarını sevmiyorum, metaforların, imgelerin bocalamaca akıtıldığı, şiirlerin üzerine cümleler kurulmaya çalışıldığı yazılar içimi sıkıyor genellikle. Onun için kendini anlatan şiirlerden paylaşmak, az demek, çokça şiire işaret etmek daha hoşuma gidiyor. 

Bu kitaptaki şiirleriyle de Mehmet Barış bir kez daha göz kamaştıran bir yolculuğa çağırıyor bizi. Bilge bir rehber gibi zarifçe elini uzatıyor ve onu izlememizi söylüyor şiirleriyle. O kadim eli tutmak güven veriyor. Kalkıp silkiniyoruz ve onu izliyoruz sessizce. Şöyle diyor:

Ne gümüş iğne ne ipek iplik 

Yama tutmaz bu yırtık

 

Vakit geldi Tarih Dede

al makası eline

şu mavi atlastan biç

şu kızıl kadifeden

 

Kuş kondur üzerine (Tarih Dede) 

Sonra şiirin tadı bir duygu sağanağı yaratıyor. Durduk yere göğsümü delecek gibi oluyor yüreğim. Hadi diyorum, hadi artık. Davranmak zamanı. Sözler böyle büyücü demek. Hep bir ışık, hep bir ışıltı, deniz, imbat, serinlik, hafif bir tuz, yemiş bahçeleri ve alabildiğine kardeşlik salık veriyor bu şiirler. Öyle yumuşak, ipeksi bir şefkat sarmalı ki hem içinde kaybolmak istiyorum, dinlenmek, dinlenmek dinlenmek sonsuza dek hem de bu tatlı badem lezzetini bozacak her türlü kötücüllükle alabildiğine savaşmak istiyorum. Göğsüme yiğitliğin havasını dolduruyorlar, hadi diyorlar, kulağıma fısıldıyorlar, görelim seni…  Binlerce yıllık kalıtlara dokunmuşum gibi, parmaklarımın ucu yanıyor, eşsiz bir yolculuğa çıkarıyorlar; dün, bugün, yarın diyalektiğini içinde harmanlıyor, neşe veriyor, çocukluğumun kokularını, tatlarını, ince sevinçlerini hatırlatıyorlar. 

Yeşilin her bir tonu oynaşıyor, anlam kazanıyor, görselleşiyor, şölenleşiyor. Dedim ya, şair burada, diye başlayan cümleleri sevmiyorum. Çünkü şiir öyle ihtiyacı olana ait ki… Korona günlerinde ise en çok şiire ihtiyacım var belli ki…

İvecen bir kardelen

dışı çiğdem, içi fıstık yeşili

bir soruyu içliyor:

gölgesinde dinlenir mi bir çınar, 

söyleyin, hangi çiçek kendine kokar?

 

Nisan’ın muştusuna şaşırdınız mı? 

O bir karanfil yangınıdır

Elden ele, dilden dile kardeşler

iletin! Çoğalsın karanfiller!

 

Ne demişti Şiirin Mor Külhani Abisi?

“Aşk örgütlenmektir, bir düşünün abiler” (Karanfil Yangını)