Çok Yaşa Nâzım…

Sizinle söyleşmelerim bir türlü bitmiyor. Bitecek gibi de görünmüyor. Hem sizinle söyleşmek istiyorum ve bunu da ara ara, bu sayfalarda olduğu gibi okurlara açık yapıyorum hem de sizin hakkınızda dostlarım yetmiyor, tüm Türkiye ile tüm dünyayla hatta tüm evrenle sürekli konuşmak istiyorum. Şiirlerinizi yüksek sesle okumak ve dinlemek büyülü bir etki yapıyor üstümde, üstümüzde ama bunu zaten biliyorsunuz siz.

Yoldaşlığınız; kara haberler alırken, can sıkıntısı içinde bunalırken, öfkeden deliye dönmüşken, çaresizken,  “geçen ömrümüzü düşünürken”, “insanlığın en büyük davasını” sevebiliyorken yaşıyoruz ve “yaşadık” dedirtiyor inanın müthiş bir erinçlikle…

Mektuplarınızı elimden bırakamıyorum. Tuhaf bir edebiyat türü mektup… Korkunç bir paylaşma isteği ile iki kişi arasında son derece içtenlikli bir şekilde yazılmış mektuplar, düşünün ki yıllar sonra yayımlanıyor. Kendi alanlarında öne çıkmış, ünlenmiş, hele hele sizin gibi bir dönemi hayatıyla ve yapıtlarıyla alabildiğine yansıtan Nâzım Hikmet’in mektuplarını okumak karmaşık duygular yaşatıyor. Evet, elbette mektuplarınız çok sevdiğiniz memleketinizin karanlık, rutubetli, soğuk ve uzak hapishanelerinden sevdiklerinize yazılıyor, onlara ulaşıyor, onlarla hayata, büyük kavganıza, edebiyata, aşka, doğaya ve gündelik yaşamın gülümseten detaylarına dair pek çok başlıkta sohbet ediyor. Hapishaneden yazılması ve ‘görülmüştür’ damgasının olması tanıklığımı biraz rahatlatmıyor değil ancak siz zaten bize, namuslu halkınıza ait değil misiniz?

Kemal Tahir ona yazdığınız ve yayımlamaya karar verdiği mektuplar için şöyle diyor: “Mektuplar 1940-50 yılları arasında, Bursa Cezaevi’nde mahpus bulunan Nâzım Hikmet tarafından, benim mahpus bulunduğum Çankırı-Malatya-Çorum-Nevşehir cezaevlerine yazıldılar. Politika hükümlülerinin mektupları savcılar tarafından okunur, gönderilmesinde sakınca görülmezse postalanır, verilmesinde sakınca görülmezse verilir. Bu kitabı meydana getiren 242 mektubun hepsi bu işlemlerden geçmiştir. (Bazı boşluklar var ve hala gün ışığına çıkmış değil ya hiç postalanmadılar ya da yerine verilmediler.)”

İçim eziliyor. On yıllık süreçteki onlarca mektup… Okumak sızılı ama bir o kadar büyüleyici, oturup hissettiklerimi yazmaya çalışmak ise başka türlü bir bela. Yazmakta zorlanıyorum, dediğim gibi kekemeleşiyorum. Sözcükler eciş bücüş oluyor, çarpılıp değersizleşiyor, dağılıyor, hakikiliğini yitiriyor. Durmak, öylece sessizce, boşlukta, usulca… Yetmiyor; hem kendi içine kaçma isteği hem de alabildiğine haykırma isteği uyandırıyor mektuplarınız. Bir yanım haykırmaya girişirken bir yanım utangaçlaşıyor, kızarıyor ve susmak istiyor.

1941 yılının 13 Şubat’ında şöyle yazmışsınız örneğin: “Kemalciğim, postayı yine yoluna koydum. İnşallah bir daha aksamaz. Bugün banyoya gittim. Yıkandım. Rahatladım. O kadar rahatım ki sana bu mektubu yazarken adeta utanıyorum. Çünkü bu rahatlığın içinde bir hayli gevşemiş, ılık su ile yumuşamış, yolda güneşle ısınmış –burada üç gündür havalar yaz gibi- beden kemik ve et rahatlığı var. ‘Bunda utanacak ne var?’ diyeceksin… Çok şey var ya, mesela sen bu kadar rahat değilsindir. Yani bana utanç veren, bu rahatlığın fazla miktarda hodbin ve şahsi oluşudur.”

Onlarca sayfa mektup arasından, onlarca paragraf arasından Şubat güneşi doğuyor, kış ortasında güneş, göz kamaştırıcı. Hep ülkemin namuslu insanları, diyorsunuz ya, siz ne namuslu bir insanısınız ülkemin.  Banyo yapmanın keyfinin diken gibi yürekte sızıya neden olması…  Bencil ve kişisel bulunması… Gorgoların saltanatındaki gösterişçilik, sonradan görmüşlük, açgözlülük, bitmeyen hırs, iyi ve güzel olan her şeyin üzerinde tepinme refleksi… Nasıl da berraklığınıza karşı kabahat işlemiş gibi hissettiriyor gorgoları buraya sıkıştırıvermek… Kirletiyorlar, utandırıyolar. Utana utana yaşıyoruz, yaşatıyorlar.

Komünistliğiniz diyorum, bu kadar derinlikli bir insan oluş hali, hayata bakışınızdan; bunca incelik övündüğünüz diyalektik maddecilikten evet, şüphesiz ancak yeterli koşul olmasa gerek… Başka türlü dokunmuş bir kumaş, başka zamanlara, kapitalizmin kirletemeyeceği zamanlara ait bir netlikte tüm evreni kavrayış, alabildiğine coşku ve yılmayacasıya her türden mücadele ve çalışkanlık…

1947’de yazıyorsunuz, üzerine söz söylemeye ne hacet kalıyor ne de mecal bende: “Bana bir hal arız oluyor yaşlandıkça, insan soyunun en başlangıcından en uzak geleceğine kadar, sanki bütün macerası, bugünün, şu yaşadığım senenin, ayın, haftanın, hatta yirmi dört saatin işiymiş gibi, konkre, hatta doğrudan doğruya şahsıma dokunan, benim olan, benim başımdan geçen bir maceraymış gibi etime ve gönlüme dokunarak geçiyor. Bilmem derdimi anlatabiliyor muyum? Günün insani sergüzeşti, nazariye olarak değil de, elle tutulan, gözle görülen bir hadise olarak, bir yandan binlerce yıl geriye ve binlerce yıl ileriye bağlanıyor, kafamın içinde değil, adeta gözümün önünde. Sonra bu macerayı, (….) evet, biz insan soyuyla canlı cansız, daha doğrusu muhtelif terkip ve derecelerde canlı bütün hısım akraba arasındaki münasebeti de yine öyle nazari olarak değil, bilfiil hissediyorum. Artık, hayvanlar, nebatlar, yıldızlar, hasılı kavrayabildiğim genişliğiyle, bütün kainatın kalabalığı, bu kalabalığın bir bölüğü olan insanlar kadar beni ilgilendiriyor, ama öyle mücerret bir ilgi değil, canlıya, en geniş manasıyla canlıya karşı duyulan sevgiyle, üzüntüyle, ümitle, hiddetle karışık bir ilgi.”

Derinlik sarhoşluğu veriyorsunuz Sevgili Nazım, her satırınız, her dizeniz; hem hissettiriyor hem de öğretiyor.

2020 Şubat’ındayız. Ben sizi okudukça, her defasında daha geniş, ışıklı, alabildiğine yeşil, bir yolun renk cümbüşü içinde önümde açıldığını hissediyorum. İddia ediyorum ve asla yalnız olmadığımı düşünüyorum; hiçbir şair ve insan ülkesini ve dünyayı bunca etkilememiştir. Bunu Sabahattin Ali Memleketimden İnsan Manzaraları için yazdığında size, “bu aşırı beğeniş” diyorsunuz ya inanmayarak.  Gerçek bu.

Sabahattin Ali’nin o mektubundan söz ediyorsunuz Kemal Tahir’e yazarken… Yıl 1944, konu dediğim gibi Memleketimden İnsan Manzaraları. Şöyle yazmışsınız “”Sabahattin Ali birinci kitabı Avukat’tan almış, okumuş, diyor ki: “Gelelim sana. Asıl bu mektubu bana yazdıran amil, senin İnsan Manzaraları. Bunun birinci kısmını Hakkı’da okuduk. Hiçbir şey söyleyemeyeceğim. Yalnız şuna inan ki, senin dostun olmakla değil, sadece seninle aynı devirde yaşamış olmakla övünürüm. Bence, Cervantes’in Don Kişot’undan beri kendi memleketime ve dünyaya bu kadar tesir edebilecek bir eser yazılmamıştır.” Sabahattin Ali’nin bu aşırı beğenişi yontulsa da yine birinci kitabın lehinedir.””

Sabahattin Ali bu satırları yazdığında 37 yaşında… “Hayali gönlümde yadigâr kalan / bir yanım deryada çalkanır şimdi.” dizelerinin şairi…  Biliyor, görüyor ve söylüyor. Katılmamak mümkün değil.

Nazım Hikmet, siz dünya edebiyatındaki tüm zamanlarda ve sizin deyiminizle “insan soyunun en başlangıcından bugüne” kadarki hem en iyi şair hem de en hakikatli insansınız; komünistsiniz.

1943 sonunda şöyle yazıyorsunuz ve her defasında içimde güller açtırıyorsunuz; “Kemal, zaten düşünüyorum da, bizim için güzel olmayan gün yok sanıyorum. Günleri bir daha çirkinleşmeyecek, kepazeleşmeyecek hale getirmek için çalışan insanların bu çalışma seyrinde kötü günleri olabilir mi? Satıhta vehimli ve hesaplı fakat dipte alabildiğine umutlu nikbinliğim ferden ihtiyarlayıp ölüme yaklaştıkça bir kat daha kuvvetleniyor ve bir kat daha nikbin ve ümitli oluyorum. Günün birinde öleceğimi bildiğim için hayata ve onun daha güzel olabileceğine ve olacağına inanıyorum biraz da…”

İşte bu yüzden… Ümidiniz taze bir bahar yağmuru gibi diriltiyor tüm zamanları…