Çığlık ve Dr. Caligari

“Annemi göremedim, kalbim kırıldı.” diyen bir kızım var benim. Kalp kırıklığını cümle içinde kullanan, kalp kırıklığını cümle içinde doğru kullanan küçücük bir yavru… Düşünüp duruyorum, hayal hayal içinde, masal masal içinde, insan yavruları büyüyor, yavrular gün be gün büyüyor ve cümle kuruyorlar. En ağır duygu hallerini cümleler boyunca yavaş yavaş yaşıyor, yavaş yavaş cümle içinde kullanıyor; onu görünür kılıyor, yaşıyor ve kalp kırıklıklarını dillendirerek olabildiğince ve kendilerince tamir ediyorlar. Büyümek böyle bir şey olmalı. Hepimizin büyümeye ihtiyacı var, şüphesiz.

Birbiri ardına kapılar açılıyor böylece. “Hikâye anlatmak günümüzdeki izolasyonun ve hissizliğin panzehiridir.” diyor Judith Anlatma Okulu’nda. Hikâyelere gereksinmemiz var, anlatmaya, anlatmanın kardeşliğinde buluşmaya, dertlerimizde ortaklaşmaya, omuz başımızda bizi bekleyen bir dost elinin sıcaklığında hikâyelerimizi bir diğerine geçirmeye, göz göze gelmeye, omuz omuza vermeye, dillerden içimizi ağulayan kalp kırıklıklarını dışa vurmaya, söyleşmeye.

Çok şey mi insanın ihtiyacı olan aslında? Güvenlikli bir yaşam, sevgi dolu bir ortam, karın doyurmaya, ruh doyurmaya yetecek koşullar. Ne eksik, ne fazla… Bunları tekrar edip duruyorum. En basit ve en temel gereksinmelerin bile ne kadar ulaşılmaz hale geldiği, getirildiği günümüzde, insanın üstüne karabasan gibi çöken bu çıkışsızlık, bu sıkışmışlık, bu bunaltı nedir Allah aşkına?  İnanılır gibi değil. İnanamıyorum.

Bir film kendini dayatıyor, kalbime diken gibi batarken Kanarya’daki çocuğun çığlığı. Aslında simgeleşen, billurlaşan, kanatan pek çok karabasan içinde bir karabasan bu…

Simgeleşiyorlar evet, gün geçmiyor ki toplumsal hafızanın, toplumsal bilinçaltının kötücül ve kıyıcı dehlizlerinde yer etmeyen bir olayla karşılaşmayalım. Ancak çoğunluk yoksullar, kadınlar, çocuklar, kendini savunamayacak börtü böcek. Bir kocaman öğütme fabrikası gibi çalışıyor düzen. Geçenlerde söyleşirken bir arkadaşla, yaşama bir sıfır yenik başlaması bazılarının diye almışken lafı ben, yok dedi, ne bir sıfırı öğütülüyorlar, öğütülüyoruz. Lamı cimi yok bunun. Kocaman bir canavar ağzı, ona doğru giden devasa bir anafor, kara delik mi demeliyim? Elini kaptıran, kolunu, kolunu kaptıran bacağını, başını, beynini, aklını, kalbini, ciğerini…

Bir anafor ki püf oluyorsun bitiminde.

Ne demiştim, bir film apansız geliyor aklıma, dayatıyor sonra kendini. Yıllar önce aldığım güzelim bir sinema dersinden aklımda kalan. Dr. Caligari’nin Muayenehanesi. 1920 yapımı, ilk korku filmi örneği deniyor. Bir kayıp üzerinden gelişen olaylar… I. Dünya Savaşı sonrası Almanya. Weimar Dönemi diye geçiyor. Yani 1918 ile 1933,  yani Nazi Partisi’nin iktidara gelmesine değin geçen süreye diyorlar. Hitler ortada yok ancak toplumsal tedirginlik, siniklik, kriz, yenilmişlikten kaynaklanan öfke ve bu zehrin akacak doğru kanal bulamaması sonucu nasıl da toplumu çürütebileceğini gösteren işaretler var bir hayli.

İyi bir şey değil bu hatırlayışlar, diyorum. Ensemden aşağı doğru ince ince bir ter akıyor. Korkuyorum. Çocuk çığlıkları, işçi çığlıkları, kadın haykırışları birbirine karışıyor. Çığlık diye bir tablo vardı değil mi? Munch muydu ressamı? Evet.

Dışavurumculuğun sinemadaki çarpıcı örneği Dr. Caligari’nin Muayenehanesi. İç dünyadaki sıkışmışlığı, korkuyu, çaresizliği, çıkışsızlığı çizdiği boğuntulu mekânlar, karanlık dekor, gölge-ışık oyunları, abartılı makyaj ve oyunculuklarla görselleştiriyor.

Ama benim aklıma olmadık zamanlarda geliveren bu film neredeyse gerçek filmden apayrı bir şekilde akıyor. Zihnimin bir çeşit oyunu olsa gerek. Hayret, yaşamımda unutulmayacak şeyleri hiç mi hiç hatırlayamayabiliyorken Dr. Caligari eşliğinde 23 yıl boyunca gece gündüz sürekli, kesintisiz uyuyan Cesare, mıh gibi aklımda. Uyumak? Ne demek yani? Metaforik!

Kız çocuklarının çığlıkları tetikliyor sanıyorum bendeki bu travmayı. Ve nasıl aklımda kaldıysa film, tıpkı anonim masallar gibi, omurgası elimde;  üzerine yazmışım, bindirmişim, yüklemişim… Çarpık kapılar, kocaman sandalyeler, koyu göz makyajlı karanlık adamlar, siyah pelerinler, uyurgezer bir halk, deliler evinde her an her şey olabilir atmosferi…

Ancak yüzler, hikâyeler, çığlıklar ve kalp kırıklıkları birbirine karışıyor. Almanya’dan Türkiye’ye ışık hızları, zaman-mekân geçişleri, dehlizler var. Aladağ’daki yangında saçları tutuşan kız çocukları, hepsi, Cennet’te simgeleşiyor. Ne demişti hani kaçak Süleymancı yurdundan seslenirken?

“Okula gitmem için sekiz günüm kaldı. 4. Sınıfı bitirdim. 5'e geçtim. Aladağ Süleymancılara gidiyorum. Annem ve babam benim için her şeyi yapıyorlar. Benim okumam için her şeyi yapıyorlar. Ben de okumak için her şeyi yapıyorum. Eğer ben okursam kardeşlerimi de okuturum…" 2016’dan beri büyümedi Cennet ve arkadaşları. Tıpkı Hiroşimalı Kız Çocuğu gibi. Büyüyemedi. 30 Nisan’da duruşması varmış.

Film bitiyor. Film kopuyor.

Acılarla, travmalarla aramıza bir mesafe bırakabilirsek katlanabiliyor, yüzleşebiliyor ve iyileşebiliyoruz değil mi? Bencilliğimiz iyileşmeyi istememizde belki. Peki, yine de, her şeye rağmen bu mesafe mücadele mesafesi mi?