Ayşe Şule Süzük

Ancak ne anlatacağını iyi bilen, sarkıtmayan, sündürmeyen bir yazarın kalemi hikâyesini eski tarz üslup ile okuyucunun kafasına nakşedebilir. Neden olmasın? Bir yerde “Esintisini yitiren hayat” var, bu hayat bizi bir kara delik gibi yutuyor. Esinti olmadan yaşamak ne mümkün?

Canavarlar

Ayşe Şule Süzük

Odaklanma sorunu var artık bugünün insanında. Kendimden biliyorum. Çocuklar için sıkça söyleniyor. Çocuklar torba gibi ebeveynleri tarafından o kurs senin bu kurs benim oraya buraya taşınırken hâliyle nesneleşiyorlar zaten günümüzde teknolojinin geldiği boyutla uyaran çok fazla… İşte odak kayboluyor, merkezler silikleşiyor, her şey bir sis perdesinin ardında, hayat ise koşuşturmaktan öte bir anlam taşımıyor; anlam, derinlik derin bir kuyuda uykuya yatmış. Çocuklar için söylediğimiz biz yetişkinler için de geçerli. Çok fazla haber var, çok fazla uğraşılacak mesele, çok fazla hak mücadelesi ihtiyacı, çok fazla politika, çok fazla sorun, çok fazla kovalamaca. Hâl böyle olunca odak dağınıklığı her şeye yansıyor. Şark’a gitmeyi hayal ederken Şark’ı yazmayı planlarken bir kule vincinin tepesinde buluyorum kendimi.

Aslında bir şeyleri yalnızca odaklanınca üretebiliyoruz. Bu düşünce için de böyle el işçiliği, zanaat için de. Sabır gerekiyor. Bazen ise iğne ile kuyu kazmak gibi tekrar tekrar, sabırla, vazgeçmeden…  Sanatsal üretim bir odaklanmadır. Ânda durmadır, derinleşip incelmedir. Aslında tüm hissedişler, tüm sezişler, insanın kendine ve dünyaya dair bir tasavvuru olması, durmayı beklemeyi, dinlemeyi gerektirir. Goya “Aklın uykusu canavarlar yaratır.” demiş bir gravüründe. Murat Akgöz’ün ilk öykü kitabı “Canavar”da gönderme var bu gravüre: Aklın uykusu canavarlar yaratır. Aklın uykusu canavarlar yaratır. Aklın uykusu canavarlar yaratır… İçimden söyleyip durdum bu cümleyi. Bazen Leyla Erbil’in gorgolarına gittim, bazen Bilge Karasu’nun “Gece”sine, bazen de bir tekerlemeye: Dunganga dunganga toplarmış çocukları, katarmış sepetine…

Sevgili Murat, bu kez de sen gönlümü çeldin kitabınla… Odaklanma planlarımı altüst ettin. Hemen bakalım. Nereye mi? Arka kapağa “Alelade bir şubat sabahında işe gidiş saatlerinde, İstanbul’un sekiz ayrı köşesinden, sekiz ayrı kişinin hikâyesi. Akıp giden hayatın bir anında sekiz ayrı insan.”  Sekiz insan, sekiz hikâye… “Efenim ama artık gerçekçi hikâye anlatmak demode oldu.” ya da şöyle diyeyim olay hikâyeleri hele hele fantastik değilse, kör göze parmaksa, kedilere öğretir gibi anlatıyorsa yazar tek tek ve kurallı cümlelerle insanı boğuyorsa… diye düşünürüm kimi zaman. Çünkü öyle hızla akıp giden bir hayat var ki artık başka bir dile sarılmak, başka bir dili sınamak başka türlü bir hikâye anlatmak gerekir. Bu doğru bir saptama olabilir kimi örnekler için. Ancak ne anlatacağını iyi bilen, sarkıtmayan, sündürmeyen bir yazarın kalemi hikâyesini eski tarz üslup ile okuyucunun kafasına nakşedebilir. Neden olmasın? Bir yerde “Esintisini yitiren hayat” var, bu hayat bizi bir kara delik gibi yutuyor. Esinti olmadan yaşamak ne mümkün?

İşte bana da bu esinti kitabın sondan bir önceki öyküsü “Güneş” ile geldi. 30’lu yaşlardaki kule vinç operatörü Fırat’ın yerden yüzlerce metre yüksekteki çalışma ortamı içimi ezdi. Yüksekten hiç hoşlanmam, fobim yok fakat sevmiyorum, huzursuz ediyor beni. Ancak belki bu tersine durumdan ötürü Fırat’ın çalışma kabini, her şeyi tepeden görebilmesi, son derece titizlik ve odaklanma gerektiren işi, tepedeki yalnızlığı mıh gibi çakıldı aklıma. Sanki ben de onunla birlikteyim ve koca vinci çalıştırıyorum. Kimi zaman (varsa) frene basıyorum, kimi zaman (varsa) rüzgârda sallanıyorum da bir türlü malzemeleri yerli yerine koyamıyorum. Karabasan gibi uykumda kuş olup uçuyor bir türlü yere inemiyorum. Hikâye çok güçlü anlatılmış. Detaylar, serzenişler, iş kazası, suskunluklar, bozuk canavar telsiz, Şerif abi, Yusuf birbirine çok iyi teyellenmiş, omurga pek güzel çakılmış. Fırat yanı başımda… Öyküsünü anlatıyor:

“Hiç unutmaz, on beş yaşında yaşadığı o küçük şehirden çıkarken çok heyecanlanmıştı. İstanbul’a gidiyordu bir kere. Hep televizyonda gördüğü büyülü şehre! (…) Fırat otuzlarında şimdi, iki, bilemedin üç kere görmüştür Boğaz’ı. İki haftada bir gün izinleri oluyor, e o tek günde de illa ki yapacak bir iş oluyor. Ne ara Boğaz’a gezmeye gitsin? Bir şantiyede iş bitip diğerinde başlayana kadar geçen zamanlarda da memlekete dönüyor. Karısını, çocuklarını özlüyor. Ayrıca burada durup ne yapacak, her adımı para.”

Ele avuca sığmayan bir kuş zihin. Kurmacadan gerçeğe atlayıveriyor. Fırat’ın çalıştığı “mekân”dan Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) ânlık bir geçiş bu… 2024 yılı sonuçlarına göre 15-17 yaş grubundaki çocukların iş gücüne katılma oranı yüzde 24, 9. Ne demek bu? Yani dört çocuktan biri çalışıyor bugün. Çalışmak zorunda.

İSİG Meclisi verilerine göre1 Nisan ayının ilk 18 gününde çok sayıda çocuk çalışırken yaşamını yitirdi ya da yaralandı.

Hikâye olmak için çok gerçekler. Haddinden fazla acılar ve insanı darmadağın ediyorlar. İzninizle haberde geçtiği gibi almak istiyorum. Büyümek isteyen onca çocuk çalışmak zorunda bırakıldığı için kuşlar gibi düşüyorlar.

17 yaşındaki Necip Fazıl Çırak: Necip Fazıl, İlkadım Özel Dinamik Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi son sınıf elektrik-elektronik bölümü özel eğitim öğrencisiydi. Samsun Atakum'da stajyeri olduğu firmayla elektrik işleri yaptıkları inşaatta seyyar merdivenden 2.kattan 1.kata düşerek hayatını kaybetti.

14 yaşındaki Abdurrahman Özkul: Niğde Bor'da çalıştığı plastik geri dönüşüm tesisinde makineye kaptırdığı kolunun omuz hizasından kopması sonucu hayatını kaybetti.

14 yaşındaki Suriyeli çocuk işçi Yusuf Mısri: Konya Beyşehir'de sondaj kuyusu açılırken sondaj makinesi borusunun yerinden çıkarak yüzüne çarpması sonucu hayatını kaybetti.

17 yaşındaki Mehmet Özarslan: Maden işçisiydi. Kayseri Sarıoğlan'da 12.00 sularında çalıştığı kum ocağında iş makinesinin yağ bakımını yaparken Kızılırmak nehrine düştü. Cesedine 26 saat sonra ulaşıldı.

17 yaşındaki Yakup Taşar: Antalya Gazipaşa'da işyerinde intihar ederek yaşamına son verdi. Bir süre önce çalışmak için Şırnak Merkez Toptepe Köyü'nden gelmişti.

Şırnak ile Gazipaşa bu kadar uzak mı? Yakup bu kadar yalnız mı? Yakup âşık olma çağında canına kıymışsın ay oğul, olur mu?

Fırat izliyor tepeden, vincin tepesinden. Bir atmaca gibi keskin gözleriyle, kurmacadan gerçeğe dönüyor canavarlar, bitmeyen iştahlarıyla kan eme eme, körpe kanlarda beslene beslene.

Mart ayında iş cinayetlerinin yaş gruplarına göre dağılımı şöyle İSİG Meclisi’ne göre:

15-17 yaş arası 6 çocuk/genç işçi, 18-29 yaş arası 31 işçi, 30-49 yaş arası 63 işçi, 50-64 yaş arası 31 işçi, 65 yaş ve üstü 12 işçi,Yaşını bilmediğimiz 2 işçi hayatını kaybetti… En az 145 işçiyi kaybettik.

Fırat uyuyamadı. Yatağında fır dönüyor. “Zaten konteynerdeki yatak rahat değil.”

“Gece seni uyutmayan düşünceler, şimdi çözülmesi daha kolay sorunlarmış gibi gelir gözüne. “Ben gördüğümü söyleyeyim de, öyle olmaz. Spiral çalışıyordu yerde, gördüm. Yusuf abi düşürdü elinden belli ki, çocuk da ondan korktu. Yusuf abiyi suçlamıyorum, bilmiyorum ya da, biraz dikkat etseydi o da. Yani spiral de arızalı biliyorum ama her şey arızalı sonuçta, Yusuf abinin dikkat etmesi gerekmez miydi?”

Adı Refikmiş çocuğun. Dedim ya gerçekle kurmaca karışıyor. Gerçek daha sert üstelik… Kule vincinde sallama çay içerken yüreğim ağzıma geliyor.