Ayşe Şule Süzük

"Halkı hak etmek gerekir. Kendi kozalarımıza kapanmış bir hayat sürerken ötekileri yani halkı nasıl tanırız örneğin?"

Bu Halk

Ayşe Şule Süzük

İnsana insan gerek. İnsansız olunmaz. İnsanlaşmak lazım. İnsani olanın peşini bırakma. Tamam, öyle yapalım. 

Şimdi 2025’te, şimdi bugün, insan nedir? 

En kabaca ifade edersek insan düşünebiliyor değil mi? İnsanın ne düşündüğü, kavramı bağlamaz ancak düşünebiliyor insan. Konuşabilen, soyutlayabilen, olay ve olgular arasında bağlantı kurabilen, iletişime açık, toplumsal ilişkiler kurmakta becerikli, bu ilişkiler içinde dayanışarak, yan yana gelerek, bir arada devinerek gelişebilen, toplumsal bir varlık… Üstelik araç falan da yapabiliyor. 

(Ohoooo 2025 dedik, şimdi dedik. Laf mı bu? Sus, sevgili yazar, sadede gel)

İnsanız. Çok şey yapar, çok şey oluruz. 

Peki, halk nedir? 

Bir bölgede ya da ülkede yaşayan insanlar. Ortak bir kültüre sahip mi? Evet. Ortak bir geçmiş ya da gelecek tahayyülü var mı? Evet, yani olmalı. Bir ülkedeki herkes halkın parçası mıdır? Evet, parçasıdır. Halk geniş bir topluluktur nihayetinde. Dallandırıp budaklandırmayalım. Yurttaşlık başka bir kategori, o daha çok bireye, hukuki haklar ve sorumluluklar sarmalında iradeye, farkındalığa, hesap sormaya, hak aramaya, bir ülkü etrafında birleşmeye, demir leblebi olma noktasına erişmiş, bir eşik atlamış halka tekabül ediyor. 

Bu da tamam…

Başa dönüyorum halktan umut kesilir mi? 

Yanıtlamıyorum şu an ancak öteden beri dost meclislerinde, okuduğum makalelerde, katıldığım söyleşilerde, duyduğum değerlendirmelerde içimi kemiren, beni rahatsız eden bir söylem, aslında daha çok bir tavır var halk konusu açıldığında. Hakikaten tarih konusunda da konuşulsa, siyasetten de dolanılsa, bugüne dair saptamalar yapılacak da olsa beni kışkırtan, itiraz etmeme neden olan bir kibir gölgesi bu. Tenzih ediyorum, niyetlerden bağımsız genelde. Evet, üstümüze yapışmış bir refleks adeta. Bir büyüklenme, bir üstünlük, karşıdakini bir hakir görme gölgesi siniyor bütün o iri laflara, söyleyişlere, saptamalara, entelektüel sörflere… 

Elbette sonsuz bir yataylıkta özgürlükçü bir kabul görme durumuna eşlik eden eşitlikçilikten söz etmiyorum. Hatta “Ne olursan ol gel.” mantığı hiç yok bakışımda ancak adaletli davranmaktan yanayım halk dediğimiz ve bizlerin de bir parçası olduğumuz o şekilsiz yığına. Adalet deyince eşitlik de kendini dayatır. Adalet taraf olmayı ve eşitliği gerektirir. Evet. Adaletin uygulanabilirliği hele hele 2025 dünyasında eşitlikle mümkündür. 

Şimdi bıraktığım yerden devam ediyorum. Böbürlenme ile gölgelenmiş halka bakış biçimleri içimi parçalıyor, yüreğimi kanatıyor demiştim. Nihayetinde bugünün Türkiyesindeki büyük çaresizliğimizin sorumlusu halk mıdır?

“Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakim ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.” derken Nâzım’da hiçbir kibir gölgesi görmezsiniz mesela. Çünkü halk durgun değildir, kalıp değildir, donmuş değildir. Koşullardan ve toplumsal ilişkilerden bağımsız değildir. Halkı sevebilmek için çabalamak gerekir. Tıpkı Nâzım gibi… 

Halkı hak etmek gerekir. 

Kendi kozalarımıza kapanmış bir hayat sürerken ötekileri yani halkı nasıl tanırız örneğin? Nasıl bilir, söyleşir, birlikte öğreniriz? Medyadan, haberlerden, kadın programlarından üzerimize boca edilen onca çürümüşlük içinde halkın pedofil, dolandırıcı, katil, sünepe, akılsız, düşman ve cahil olduğunu, kendimizle “onlar” arasında düşman hukuku olduğunu kırk gün söylersek, bunlara kırk gün maruz kalırsak neye dönüşürüz acaba? 

“Bir Zamanlar Anadolu”yu yeniden izledim geçenlerde. Çarpıcı bir film, düşündüren, kışkırtıcı... Bununla birlikte yönetmenin Kırıkkale taşrasındaki hikâyede insanları ele alış biçimi yukarıda sözünü ettiğim bakışın izlerini taşıyor. Taner Birsel’in muhteşem oyunculuğundaki savcı karakterinden doktorun mesafeli soğukluğuna “ora halkı” gözlemleri içime dokunuyor. Bir gerçeklikle karşı karşıya olduğumun farkındayım fakat yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın konuyu ele alış yordamı ağzımı acılaştırıyor. Kekremsi bir tatla yönetmene “Peki, anladık iyi bir insansın.” demek istiyorum Brecht’in şiirindeki gibi. Ama filmdeki tüm karakterler hakkında tek tek konuşmak da istiyorum. Hele o muhtarı, savcıyı, doktoru halktan saymıyorum. Muhtarı dışarıda bırakırsak doktora ve savcıya Yakup Kadri’nin “Yaban”ını okutmak istiyorum. Nuri Bilge’nin avcuma bıraktığı filme dair farklı tartışmalar yapmak istiyorum. 

Birbirine teyellenen çağrışımlar bunlar. Kafamın içinde devinip duruyorlar. Çağrışım bu ya, bu kez de Pablo Neruda’nın “Buğdayın Türküsü”nü söylemeye başlıyorum. 

“Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de”

İşte burada kibir yok, şapşal bir iyimserlik de yok. Diyalektik bir bakış var. Maddi ilişkilerin yarattığı ya da yaratacağı “o halkla”  insani ve eşitlikçi bir temelde ilişkilenme var.

Son olarak Yakup Kadri’nin “Yaban”ından bir paragrafı paylaşayım:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganlar, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir hâlde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun, öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir.”