Bir Şenliktir Hayat

Bir cumartesi gecesi. Dışarıda nisan yağmurları. Kapalı, somurtkan bir hava var; öte yandan yeşile durmuş doğa, gelin çiçekleri, leylaklar ve solmaya yüz tutmuş bahar dallarının birbirine karışmış kokusu toprağın taze serinliğine karışıyor. Kızarmış ekmek kokusu gibi kahvaltı öncesi, hem tanıdık, hem şaşırtıcı hem gönül çelici.

Oysa günün sonu, cumartesiyi pazara bağlayan gecedeyiz. Geçen haftanın gerginliği, seçim öncesi kaygısı, dikenli beklentisi yerini bir apaçıklığa,  her şeye rağmen bir ferahlığa ve karşıt olarak da gözle görülür bir burukluğa bırakmış.

Geçen her şeyde olduğu gibi…

Eksik, tamamlanmamış, yarım kalmış bir dizi söz boğazıma dizilmiş. Bir türlü çekirdek çitleyerek heyecanlı bir maç izler gibi haber izleyen, bakalım şimdi ne olacak hoyratlığı ile adeta yaşanan tatsızlıklardan gizli keyif alan zat-ı muhteremlerden olamadım. Hiç meraklanmayınız, sevgili okur, seçimleri yazmayacağım, hiç niyetim yok. Kestim.

Cumartesi gecesi iz sürmelerdeyim, kendimi dinlemelerde, kendimle sohbetlerdeyim. Dedim ya, zihinsel ve fiziksel koşuşturmalardan sonra şu odacığım, şu kitaplarım, şu orada burada darmadağın duran notlarım, okunmayı bekleyen makalelerim, izlenmeyi bekleyen film listem, dünyanın en harikulade müziklerinin kırıtmaları ne tatlı geliyor anlatamam. Nereye bakacağımı, neyi karıştıracağımı bilmiyorum. Alice Harikalar Diyarı atmosferinde, şekerleme kulübesinin önünde gibiyim.  Elimi attığım her yerden bal gibi tatlar, kokular, dokular yayılmada.

Fellini’nin iç sesiyle hemhal ola ola, “bana n’olcak, bana n’olcak!” kaygıları arasında yaptığı tatlış filmi 81/2’ta bir karaktere söylettiği gibi: “Bir şenliktir hayat, birlikte yaşayalım.” Evet bunu söylemek istiyorum, kulaklarınıza.  Gizli bir sırrı verir gibi. Mutlu olun. Yine de ve her şeye rağmen mutlu olun.

“Bir şenliktir hayat, birlikte yaşayalım.”

Bir kuple, yine bir gülnihal…

Şimdi burada bir duralım.

Peki. Hop hop bir oraya, bir buraya koşturan, bir o şekerlemeden, bir bu çikolatadan koparıp ağzına atan masal çocuğu gibiyim ya, bakmayın bu gailesiz hallerime.  İçimde bir yerlerde “Deneme nedir? Nedir bir düz yazı türü olarak deneme?” sorusu bir yanıp bir sönüyor. Niye mi? Herhalde yazının sınırlarını zorladığım içindir. Eğip büktüğüm, bazen aramızdaki mesafeyi alabildiğince sıfırladığım kaygısıyladır. Ama suç benim değil, tür olarak denemenin. Çünkü deneme bir şeyi ispatlamak için yazılan bir yazı türü değil. Ama itiraf edin, aklınıza gelmemiş hiç düşünmediğiniz kapıları açmıyor mu, yeni perspektifler oluşturmuyor mu? İşte, bu deneme türünün marifeti. Ben de deneme yazıyorum ya !

Öznel yazıdır evet. Bilimsel yazıdan farklıdır ancak her iki yazının beslendiği nehir gerçekliktir. Ancak bu gerçekliğe kendi iç yaşantılarımızı, değerlerimizi, değerlerimizin süzgecinden damıttığımız kişisel bakışımızı yansıtırız. (Peki, biz kim?) İyi de, yerel seçimlerin yorgunluğundan deneme türünün inceliklerine nasıl geldik, bilemedim. Şekerci dükkânı kamaşması olsa gerek, ya da cumartesi telaşı, cumartesi yalnızlığı, cumartesi mesaisi…  “Yalnızlık / tek ağaçlı bahçe” demiş Adonis. Fellini’nin şenlikli karnavalının aksine, alabildiğine yalın ve dingin bir kapıyı açmış.

Çay mı içersiniz, kahve mi sevgili okur, başka?

“Can sıkıntısını hüzün haline getirebilmek için içiyorduk.” deyince Tutunamayanlar’da Oğuz Atay şöyle bir düşündüm ben de.

Sessizlik…

Can sıkıntısı, pek öyle yanımdan geçen bir his değildir. Her zaman yapılacak onca iş vardır ve oyalanmak ne kelime, dibine kadar kendimi yaptığım işe vererek, kendimi kaybetmedir daha çok canımı sıkan. Yani ters yüz. Ancak Atay’ın kahramanının hallerini de öylesine anlıyorum ki. Göğsüne bir hüzün karanfili takabilmek, her daim kendine ağlayabilmek, kendine acımaktan gelir. Hüzün lezzetli bir histir. Ancak can sıkıntısının bir dışavurumu olarak sahte hüzün devşirmenin koşulunu içkide aramak… Ne incelikli bir saptamadır Ya Rabbim! (Bunu not edeyim, daha sonra yine dönmek üzere)

Türkiye aydını mazoşisttir, der ya Yalçın Küçük. Peki, Türkiye devrimcisi?

“Ne Yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz ve kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi? En basit sorunların çözümünde bile bu sözde devrimci gölgeyi hiç düzeltmeden, amaç edindiğimiz ülküleri gerçekleştirmek için hemen kavganın ortasına atıverelim mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri, toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi? Yoksa toplu eylemlerde kütlelerin başına bela olan zayıf kişilikleri önce sert ve sıkı bir sınavdan mı geçirelim.”

Tutunamayanlar’dan yine. Türkiye aydını ve Türkiye devrimcisi, üzerine düşünülmeyi, kafa yorulmayı, soru sorulmayı, tartışılmayı ve elbette alabildiğine eleştirilmeyi hak ediyor kanımca. Öteden beri dönenip durduğum konular, yalnızlık falan deyince bile, kendi kendimi didiklerken aslında tartıştığımın, içten içe kavga ettiğimin aydın ve devrimci kimlikleri olduğunu fark ediyorum şu an.

Denemenin özgür, geliştirici ve tabi dağıtıcı evreni deyip geçeyim. Ama sonra unutmadan dönelim bu konuya başka bir yazıda.

Cumartesi sörfü mü yapıyoruz? Aldırmazlığa, miskinliğe, mazoşizme, egoizme alışmalı mıyız? Abdullah Efendi’nin Rüyaları’ndan gelsin şimdi o zaman:

“Elbette buna da alışırım” diyordu. İnsan nelere alışmaz ki… Zaten hayat dediğimiz şey bu kapalı dairenin asıl mucizesi, bu alışmak değil miydi? En sevdiğimiz mahlûkları bile kaybetmeye alışmıyor muyuz? Günlerce, aylarca, senelerce görmemeye, mutlak, kat’i bir gurbet içinde yaşamağa alışmıyor muyuz?”

Yok, alışmayalım biz yine de. Her türlü alışmayalım. Alışmak keçeleşmek çünkü hımbıllaşmak, hissizleşmek, rengini yitirmek; solmak... Tarazlanmak; unutmaya yüz tutmak…

Denememizin sonuna geldik, haliyle söyleşmemizin de.  Burada bitirelim ve dağılalım o halde. Ama

“Tesir etmeyen, iz bırakmayan okumak neye yarar? İnsan kendine ilave etmek için okur, unutayım diye değil” değil mi?