'Ben Buradayım...'

İstanbul’dayız. İstanbul’un türlü sürprizleriyle yaşanan bir günün ardından kafamda geç kalmış olmanın telaşı  ve bir türlü mümkün olmayan bilgisayar başına oturmanın tedirginliği birbirine karışıyor. Çocuklarla yapılan bir programa yetişememe şüphesi ile arabayı Kadıköy’e sürme hatasına düşünce de kapana kısılmış halde kalakalıyoruz tıkanan trafik karşısında çaresiz.

Kaç saat bekleştik?

Hiç ilerlemeden öylesine kalakalarak Kuzey Ormanları derdest edilince Boğaz’a fırlayan domuzların çaresizliğinde, İstiklal ve Beyoğlu betona bulanınca, doku bozulunca Kadıköy’e hücum eden insan kalabalığı içinde  bir de Fenerbahçe-Göztepe maçı yığını karşısında  bu kez de bir arabanın içinde tıkılı kalarak...

“İstanbul seni yeneceğiz!” repliği gelip çörekleniyor ortamıza kuruluyor, ama bir kez tat kaçmaya görsün, kaygı ve öfke giderek büyüyor. Anlık hissedilen duygu geçişleri aslında bir kentin, bir ülkenin tarihinde, son yıllarında iyice katlanılmaz olan:  her türlü, her düzeyde bozulmanın, çürümenin, “yaptım olduculuk”un bir sonucu. Bilim dışarı, keşmekeşlik, keyfilik, yancılık, hurafecilik içeri. İnsanlığın yüksek yararları, her türlü kazanımı dışarı, kapitalizmin saltanatı, sömürünün türlüsü içeri... Dünya’da kapitalizm kaybetti. Benzer bir şekilde, cenazesini kaldıracakları bekliyor. Yalan, dolan, riya.. Ölü çocukların bedenleri üzerinde yükselen kapitalizmle artık çıkış yok, artık her yol kapalı.  Artık ışıltılı bir cumartesi akşamının, karabasana dönmesinden normal bir şey yok.

Kader gibi algılanan, boyun bükülen, seçeneksiz kalınan ve “İstanbul işte...” denip hafifsenebilecek bir durum var mı sizce. Yok tabi. Güzel bir cumartesi gününü, karabasana döndüren, ne kâr, ne şiddetli fırtına, ne terör saldırısı, ne kaza var. On dakikalık yol dört saatte alınıyorsa ve hiç de olağanüstü bir hal yoksa bu cinnet durumudur. Tüm anlamların, tüm ezberlerin ters yüz edilmesi gereken bir pat durumudur.

Bir kentin trafik cinnetinden o ülkeye dair tüm kodlar okunabilir mi?

Evet, misliyle ve yazık ki ya da ne güzel ki...

İstanbul’un Kadıköy’ü artık Taksim gibi gözden çıkarılmış mıdır? Öteki midir? Bana öyle geldi, ne yalan söyleyeyim. Öyleymiş de üstelik.

 Oysa, gün içinde gözümün önünde uçuşan cümlelerde Türkiye’deki aydının tuhaf hallerini düşünmekteydim.  Cumhuriyet Dönemi aydınına dair bir çalışmanın henüz çok başlangıcındayım. Aidiyetten, kimliğe, öznelikten, nesneliğe, belirlemekten, belirlenmeye, öncülükten, kuyrukluğa bir dizi didiklenecek, derinleşilecek, “bu hallarımız nedir?” diye sorulacak, şaşırılacak, utanılacak, gururlanıp gönenilecek parçaları birleştirmek, havada asılı gibi eğri büğrü, iki büklüm duran korkuluğu ayakları üzerine dikerek karşıdan bakıp, ne olduğuna karar vermek gibi bir niyetim var. Henüz pek başındayım ama...

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını bir türlü okuyamayanlardanım. Aslında kişisel tarihimde uzun süredir cebelleştiğim bir roman diyebilirim üstelik.  “Bu kez başaracağım” diyerek muhtelif zamanlarda başlayıp başlayıp romanın ortasını sonunu getiremeyenlerdenim. Geçen, Kaan Arslanoğlu’nun Hasan Ali Toptaş üzerine yazdığı yazıda nasıl bir “aydınlanma” yaşadıysam, rahatlayıp mutlu olduysam, öyle bir “katarsis”e ihtiyacım var. Ancak Atay’a haksızlık edildiğini de düşünüyorum. Bir kesim Atay’ı “dolmuş arkası” ya da “sosyal medyacı” mecralarda alabildiğine yağmalarken bir kesim de sanki Atay’ı olmadığı biçimde “bireyci” olarak yaftalayarak mahkum ediyor. “Anlaşılmamaktan çok korkar”* imiş Atay. Tüm yazarlar böyledir diye tahmin etmekle birlikte, Atay’ın bu konudaki takıntıya varan hassasiyetini duyumsayabiliyorum. Ancak zannederim olabilecek en kötüsü oluyor  yazara. Atay olmadığı bir yazara ve aydına elbirliği ile dönüştürülebiliyor. Dediğim gibi bu şimdilik sezgilerime eklenen bir iki okuma üzerinden.

“Edebiyatı kurtuluş çaresi olarak görüp, edebiyata toplumu biçimlendirme görevi verilmeye çalışıldığı bir dönemde Oğuz Atay, başka bir edebiyat yaptı. Anlattığı şeyler, o dönemin ihtiyaçlarına hitap etmiyordu, iklim öyle bir iklim değildir. Oğuz Atay'ın bunu anlaması gerekiyordu, Atay'ın yakınmasını anlamıyorum. Siz okurunuzu arıyordunuz, ama içerik, okuyucunun ilgisini çekmiyordu. Bu içerik, 80 sonrasında bireyin, önem kazanmasıyla, edebiyatın toplumsal kurtuluşun aracı olamayacağı, edebiyatın başka paradigmaları olduğu fark edildiğinde önem kazandı" diyor Handan İnci Sputnik Türkiye’ye verdiği bir röportajda.

Sayın İnci 80 sonrasında “bireyin önem kazandığını” söylüyor ki, kendi deyimiyle “paradigması”nı kurduğu zemin baştan yıkılıyor. Oysa 80 sonrası “birey” değil, “bireycilik” önem kazandı. Yazık ki bu durum kendini bireyin çürümesiyle, çaresizleşip yalnızlaşmasıyla, sözlerini diyemeyip içine ata ata şişmesiyle devam etti. Konu derin, konu her açıdan tartışılmaya muhtaç. Ancak İnci’nin dediği gibi değil. Burada kesmiş olalım. Burada duralım. Buradan devam edelim. Üstelik Atay “Ben buradayım.... “ derken onu yalnız bırakmayalım.

Handan İnci,  https://tr.sputniknews.com/gundem_disi/201801141031827280-oguz-atay-tutu...

Yıldız Ecevit,”Ben Buradayım...” İletişim Yayınları.