Ayna

Kapı ve ayna, kapılar ve aynalar… Son derece imgesel ve pek çok çağrışımları ve mecazları olan sözcükler değil mi sizce de?  Bazen bir konu üzerinde düşünürken içime öyle dalar, kendimle sohbeti öyle koyulaştırırım ki oradan oraya tüm hız sınırlarını aşan bir yolculuk başlar.  Gecenin bir yarısı uyanıp ayna ile ilgili hummalı bir akışın içinde savrulurken bir yanda tutamak noktası olabilecek “aydın” tanımını yakalamaya çalışır, diğer yanda ayna ile ilgili vakti zamanında okunmuş bir kitabın bir iki girdisini hatırlamaya koyulurum. Bir haftadır, bir ayna metaforu geldi çöreklendi anlayacağınız. Sürekli aynı rüyayı görüp durmak gibi, her defasında rüyanın farklı yerlerini hatırlamak, ancak yine de rüyayı bir türlü ele geçirememek ama temayı sezmek, birbirine bağlamaya çabalamak gibi.

Aynada neler var?

Aynada çok şey var.

Kişilik, kimlik, aydın, insan, değerler, gerçekler, suretler, yönsüzlük, mutsuzluk, yalnızlık… Postmodernlerin pek sevdiği metafordu bir dönem ayna. Gerçeklik yitimine eşlik etmişti. Aynanın ne günahı var, demeyin. Yok hakikaten. Ona yüklenen anlamlarla esir alındı belli ki. Birbiriyle çatışan, birbirine ters düşen değerlerin, olguların, yekpâre imiş gibi göründüğü bir düzlemle, gerçeklik zemininin yittiği yanılsamasının yaratıldığı, dumanlandığı, belirsizliğin pek alkışlandığı bir dönemden bahsediyorum. Her şey olur, genişliği içinde düşünce alanında yeni tür, pek acayip hacamatçıların türediği zamanlar. Şekilsizliğin bir marifet gibi sunulduğu. Garabetlik ruhunun düşünce işçisinin her türlüsüne yavaş yavaş sirayet ettiği.

Okuyan, aydınlanan, haliyle düşünceleri akılcılaşan düşünenkişinin tersine güdülenmesi pek rağbet gördü, moda oldu. Kendine inanmama hali, ikircikli duruşlar;  gümbür gümbür gelen akıntıya karşı set olamadı haliyle. Aksine akıntının önünde kuru bir yaprak gibi sürüklendi bir kısım. Karşılık verememe hali, değişime teslimiyeti, yelkenleri topyekün suya indirmeyi getirdi beraberinde. 

Ne diyordum? Aynaların içinden, aynalarla, aynalarda kaybolarak aynalı düşünenkişilerin serüvenini kurcalayasım var. Çünkü memlekette neredeyse her on-yirmi yılda değişen paradigmalarla bir o yana bir bu yana savrulan, yalnızlaşan, yalnızlaştıkça kendine gömülen, korkan, korktukça mezarlıkta ıslık çalan, kendi dışında her şeye küfreden, kimi zaman kolektif narsizmin pençesinde Kafa, Kelle, Ot, Mot, Bavul, Davullara kurulan… Aslından benzemez gibi görünen edalarda, tavırlarda minik krallıklarını yarattığı ölçüde düşman bellediğine ikizleşen bir acayip grotesk, bir acayip bulamaç, bir acayip suret halleriyle…

“Narkissos aynadan gelen yansımaya teslim olur. Ayna tuzak olabilir ve bir gözükme sanatını öğretebilir. (…) ‘Âşıkların rakibi ve hoppaların danışmanı gayretkeş bir dalkavuğa’ dönüşebilir. O zaman da ‘ben’in var olmak için yankılara, yansımalara ihtiyaç duyduğu bir ‘ışıklar toplumunda’ gerekli bir obje olur. O halde, bir maymun değilse nedir bu ayna? ‘Çılgın bakışları’ çeker, sefahati azdırır, duruma göre şeytan ve ölümü gizler ya da gösterir. Onlar ‘kibirleri’ olan iskelet ve aynayı birbirine bağlamışlardır. Tehlikenin tamamlayıcısı olan ayna kurnazdır: ‘İki olmaya, çoğalmaya bir bakışımsızlık karışır.’ Aynadaki sağ el, bakanın sol elidir. Ayrıca, teknik aynanın gizemli gücünü işleyebilir, hesaplı deformasyonlar üretebilir, saçma bir durumu ortaya çıkarabilir, hatta bireyin dekompozisyonunu gündeme getirebilir.”*

Öte yandan,

“On altıncı yüzyıl sonunda Saint-Simon Kontes de Fiesque’in bir ayna için ödediği büyük paradan alaylı bir tavırla söz etmiştir. Şöyle der kontes: Buğdaydan başka bir şey vermeyen kötü bir arazim vardı, sattım bu araziyi ve parasıyla bu güzel aynayı aldım. Doğru olanı yaptım değil mi? Buğday ya da güzel ayna.”

Ayna imgesi bitmez bir kaynak, evet. Kurtların özgürlüğü kuzuların sonu demekse, bırakın kırılsın aynalar. Ya da “ayna da aynaymış ha…”

*Sabine Melchior-Bonnet, Aynanın Tarihi, Dost, Ankara, 2007, s.13

**a.g.y s.15