ANKARA

“Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, inanılmaz zaafları ve korkunç kuvvetleriyle, silahları ve beygirleriyle insanlardı dayanan"…

Buradan başlayalım o zaman, Orhan Gökdemir’in bıraktığı yerden… Şöyle bir Galip Usta’ya uzanalım, hani Haydar Paşa Garı’nda, merdivenlerde düşünen, işin içinden çıkamayan, “İşsiz kalırsam.” diyen, “İşsiz kalırsam.” diye diye bir ömrü tüketen, Galip Usta’dan ve daha nicelerinden.

Çağrışımlar, birbiri ardına dolanan imgeler, hikâyeler… Zaman tünelinde bir geri bir ileri yolculuk yaparken birbiri ardına kapılarla karşılaşmayla ve o kapıların açılmasıyla patikalara ya da muazzam yollara açılan bir zorlu ve buruk yolculukta yolumuz Ankara’ya düşünce. “Sureti ömrümüzün belki bir bakışta gizli.” diye bir sanat musikisi var mı yoksa ben mi uyduruyorum. Muhtemelen ikincisi. Ama ne önemi var.

Ankara’nın çamurlu, vaadli ama hiçbir yere götürmeyen yollarında kaybolmak da var mı kaderde? Yakup Kadri’nin romanından bahsedeceğim. 1934’de yayımlanıyor Ankara. Roman zamanı 1921’de başlıyor. Sakarya Savaşı öncesinde. Mustafa Kemal Paşa’nın “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” dediği 22 gün süren savaş zamanında.

Ankara mı?

“Hele son zamanlarda, düşman işgali altında bir zindan haline giren İstanbul’da, bir kaçış ve kurtuluş parolası gibi kulaktan kulağa fısıldanan her sözde gözleri bir ümit ışığı ile parlatan ve o gizliliği kendisine esrarlı bir cazibe veren Ankara kelimesi, ideal Ankara’nın adı, zihinde zaten bir hayal ülkesi olarak yaşayan bu yeri âdeta bir masal iklimi haline sokmuştu. (12)

Metaforik anlamlarıyla, dünün ve bugünün Ankara’sını anlatıyor roman. Selma Hanım’ın, Neşet Sabit’in, Binbaşı Hakkı’nın; sonrasında monden Hakkı Bey’in, arsa spekülasyonları ve akçeli işler peşindeki inanılmaz zenginleşen Murat Bey’in, yoksul ve cahil Ankara halkının, Ankara Palas balolarının ve “inkılabın.”

Savaş kazanılıyor, yeni bir devlet kuruluyor. Devrim kimilerine göre başarıyla sonuçlanmıştır. Ama kimileri huzursuz ruhlar olmaya devam etmektedirler.

Üç bölümden oluşan romanın ilkinde Sakarya Savaşı öncesi; ikincisinde savaşın kazanılmasından sonraki kuruluş evresi, en son da roman zamanı ve gerçekliğine hiç uymayan karikatürize ütopya kısmı var. Roman tekniği açısından başarılı bir roman mı? Tartışılır… Peki, ilk iki bölümdeki nesnelliği yansıtma kaygısı, üçüncü bölümde “İntihar etmeyeceksek hadi içelim bari” sarhoşluğuna nasıl evriliyor? Gerçeği resmetmek o kadar zor geliyor olacak ki yazara, başka bir evrene ait bir cenneti alıp konduruveriyor Ankara’nın tozlu yollarına.

İlk bölümde örneğin kahraman asker Binbaşı Hakkı’nın çelik gövdesi, tunç bıyıkları, kendine alabildiğine güveni, meydan okumaları, ikinci bölümde balon gibi sönüyor. Şöyle bir sahne var… Roman kahramanları Murat Bey’in bağ evinde oturmaktadırlar, karşıdan sarıklı, şalvarlı iki adamın geldiği görülür.

“Aman, hanımlar içeriye!... Bizim Şeyh Emin’le Nuri Hoca geliyor!

Murat Bey, eyvah yakalandık, dedi. Artık Mecliste dillerinden çekmeyeceğim kalmayacaktır. Hanımefendi bunlar bizim Meclisin en koyu mutaasıplarındandır. İntihap dairelerinde de öyle bir nüfuzları var ki, kimse ses çıkaramıyor, âdeta herkese terör yapıyorlar. Binbaşı Hakkı Bey hiç istifini bozmadı: Kara terör, kara terör! diye söylendi. Bizim düşmanımız yalnız Avrupa değil, bunlar da… Bir gün bunlarla da çarpışmak lazım gelecek! (33)

 

Aynı Binbaşı Hakkı, savaş sonrası Hakkı Bey olmuştur. Tanzimat Dönemi’nin Bihruz Bey’inden farkı yoktur adeta. Savaşmak mı? Çoktan unutmuştur tüm bildiklerini…

“Eski Millî Mücadelecilerden bazıları gibi Hakkı Bey için de kıyafet değişiminden sonra millî dava adeta böyle bir mondenlik iddiası şekline girmişti. Bir Avrupalı gibi giyinip süslenmek, bir Avrupalı gibi dans etmek, bir Avrupalı gibi yaşayıp eğlenmek ve hele bu iddiada Avrupalılar nezdinde, Avrupalılar arasında muvaffak olmak, bunlara büyük bir zafer kazanmak kadar ehemmiyetli görünüyordu.”(83)

Murat Bey ise doğallığını bir yana bırakmış, sosyeteye kabul edilmek için bin bir takla atan bir şebeğe dönmüştür artık.

“Büyük çapta arsa spekülasyonlarından ve onu takip eden birkaç taahhüt işinden sonra devrin en zengin adamlarından biri sırasına giren ve mebusluktan çekilmiş olduğu için kâh İstanbul’da kâh Avrupa’da dolaşmakta bulunan Murat Bey, şimdi Kavaklıdere’de kuleli, verandalı ve modern konforlu bir büyük köşk içinde asrî hayatın bütün zevkini sürmeye başlamıştı. Kapısında bir Stude Baker otomobili her dakika emrine amade duruyor, içeride elektrikle işler en iyi cinsten bir mobilya gramafon en son dans havalarını durmaksızın çalıyordu. “(83)

Romanın en olumlanan karakterleri Selma Hanım ve Neşet Sabit ise devrimlere ölümüne inanmışlardır. Neşet Sabit için Selma “herkesin hayatına az çok bir refah ve rahatlık getiren bütün bu inkılâp yıllarında onun hissesine hiçbir şey düşmemiş olması gerçekten acınacak talihsizlik” diye düşünür. “Ne derece az liyakatli kimseler bu devrin nimetlerinden kabaca istifade etmekte” ancak Neşet Sabit yoksulluk içinde yaşamaktadır. Sonunda Selma da Neşet Sabit’in etkisiyle kendini alabildiğine çalışmaya vakfeder ve çevrelerindeki kirden alabildiğine temiz çıkarlar ancak gördükleri hiç de gerçek yaşananlar değildir. Bir hülya içinde, “Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler.”

Neşet Sabit: “Demin otelin merdivenlerinden çıkarken tuhaf bir baş dönmesi hissettim. Bana öyle geldi ki ayağımı bastığım her basamak, halkla benim aramdaki uçurumu bir parça daha derinleştiriyor. Tersyüzü geri dönüp arkamda bıraktığım bu uçuruma atılmak istedim: ta ki onlara karışayım ve içinde bulunduğumuz bu yapma âlemi onların arasından, onların gözüyle uzaktan seyredeyim diye… Fakat düşündüm ki…”

Neşet Sabit, İmparatorluğun yıkılmasından sonra kurulan Cumhuriyet’te beklediğini bulamamış bir aydını temsil eder ve sadece düşünmektedir. Değerlidir, temizdir ancak çıkışsızdır. İmtiyazsız ve sınıfsız kaynaşmış bir kitleyi var edebileceklerini düşünür. İnanır ve hayaller kurar… Romanın son bölümü bu hayal üzerinedir. Yazdığı tiyatro bunu anlatmaktadır.

“Göz alabildiğine köpüklenmiş bir deniz manzarasını andıran pamuk tarlaları, bunların küçücük kavuklara benzeyen kozaları, bunlar arasında dolaşan ve bunları toplayıp küfelere yerleştiren köylülerin neşeli şarkıları; bunların sıra sıra vagonlar içinde fabrikalara doğru seyahatleri bir süttai neşidenin ruha ferah veren epizotları gibiydi. (144)

Türk işçileri Avrupa’daki arkadaşlarının bir vakitler bazı bozuk ekonomi ve endüstri devrinde çektikleri mihnet ve meşakkati çekemekteydiler. Zira, devletçilik sistemi bunları patron denilen egemen bir efendinin emri altında çalışan ve adına “proletarya” denilen bir emekçi sınıfı haline girmekten koruyordu. (145)

Büyük bir kısmı İçtimai Mükellefiyet Teşkilatının kooperatif şubeleriyle toplulaştırılmış bu köylüler, kolektif şeklinde çalışıp yaşıyorlardı. İlk zamanlarda çok sıkıntı çektiler. Birkaç defa dağılma alâmetleri gösterdiler. Fakat şehirlilerle köylüler arasında alışveriş şartları, rasyonel bir sistemle düzenlendikten sonra, hepsi emeklerinin mükâfatını görmeye ve hepsinin yüzü gülmeye başladı. Bunların, her Pazar gününün akşamında kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu şen kalabalıklar halinde şarkılar söyleyerek köylerine dönüşlerini seyretmek başlı başına bir zevkti. Artık bunlar arasında eski gibi kirli paçavralara sarılmış dilenci kıyafetinde, hasta sakat, sıtmalı ve kavruk köylülere hiç rast gelinmiyordu. Bir defa İçtimai Mükellefiyet teşkilatının genç hekimleri tarafından bunların yedikleri yemekler, yattıkları yerler üstünde daimi bir kontrol tesis edildiği gibi, ayrıca, haftada bir kere de muayeneye tâbi tutuluyordu. Sonra yalnız köylüler için kurulmuş büyük istihlak kooperatiflerinde giyim ve kuşama ait şeyler devlet fabrikalarından o kadar ucuza satılıyordu ki, her köylü bir aylık ekonomisiyle bütün bir yıl için tepeden tırnağa giyip donanabilmek imkânını kolaylıkla temin ediyordu.” (147)

Yazı uzadı fakat yerimiz de yenimiz de dar. Ancak Yakup Kadri’nin kitabın 1964’teki üçüncü baskısında son bölüm için yazdıklarına kulak vermesek olmaz.

“Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Milli Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum. Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, zamanla bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat biz, sosyal kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından, hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürize yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.”

Kadro yazarı bunları söylemekte…

Şimdi ne diyeyim ben sana; Ankara Ankara güzel Ankara…