Charlie'den sonra

Pazartesi yazamadım, kusura bakmayın. Yurtdışından Salı gecesi dönünce bugünkü yazı da, işte bu saate kaldı...

soL portalda Erman Çete'nin Charlie katliamının yollarının bir biçimde ABD ve İngiltere'den geçtiğini gösteren yazısını okumuşsunuzdur. “Hepsi oradaydı” ve Paris'te milyonların yürüyüşü suç ortaklarını bir kortejde buluşturdu.

Kalabalıkta kaynayıp gitmeyi değil en önde arzı endam etmeyi amaçladılar. Lakin yetmedi. Fransa halkı ve kamuoyu hem o kadar ucuz değildir, hem de iş gerçekten de karışık.

Bir dizi aktör, farklılaşan derecelerde ve vurgularda emperyalizme ve daha fazla sağcılara işaret etti. Kimileri faşist Le Pen'le, muhafazakar ötesi Sarkozy'yle sınırladılar tepkilerini, bazıları iktidara geldiği haftadan itibaren onlardan farkı kalmayan sosyalist Hollande'ı da kattılar, “bu adamlarla ne işimiz var” derken... Bazen “bunlarla ne işimiz var”, bazen de “burada bunların ne işi var”...

Bizimki, Kemal'in deyişiyle “kendine yer açmaya”, kadraja girmeye çalışırken, Fransız kamuoyunda onu üçüncü dünya diktatörleri sınıfına sokan yargı çok daha yaygındı. Kimileri Gülen operasyonuna atıfla, bilir bilmez, “basın özgürlüğünü ihlal edenin basına dönük saldırıya karşı yürüyüşe katılmaya ne hakkı var” dediler... Dedim ya, karışık işte ortalık...

Dünyanın ve Fransa'nın ideoloji yapıcıları etrafından dolanmaya çabalasalar da, ortaya sadece ülke tarihinin en büyük ayağa kalkışı çıkmadı. Bu görkemli katılımı engellemeyen tereddüt gölgeleri, çaprazlama birbirinin içine geçerek kendilerini hissettirdiler. Bu nedenle olsa gerek Fransız medyası “asılmaya” devam ediyor. Tereddütleri dağıtmak için, ulusal birlik adına, neredeyse ülkenin numaralı cumhuriyet geleneğinde yeni bir evre ilan edecekler.

Nasıl karışık olmasın ki akıllar? Bir tarafta Avrupa'nın parçası olan göçmen gerçeğine gömülü bir İslam olgusu var. Bir “olgu” olduğu doğru; ama din kimliğine konan vurgu, aynı zamanda, göçmen nüfusun niteliğine ilişkin bir çarpıtmadır. Eğer Fransa'nın müslüman kökenli nüfusunun sadece yüzde beşinin camiye gittiği doğruysa, din kriterli bir ayrıştırma sorgulanmak durumunda. Din kriteri aynı göçmenlerin Fransa işçi sınıfının ve “yedek işçi ordusu”nun giderek büyüyen bölmesini oluşturduklarını örtmeye yarar. Bugün Avrupa'da göçmenlik öncelikle din ve kültür sorunu değil, sınıf sorunudur. Dolayısıyla Kıta'nın egemen sınıfları dinlerin düşmanlığıyla dinlerin kardeşliği arasında salınır dururlar. Yeri gelir Sarkozy camiye polis saldırtır, şimdi olduğu gibi Merkel kalkıp “İslam bizim parçamız” diye yumurtlar.

Nasıl karışmasın ki kamuoyunun aklı? Bu kadar da “birlik” hakiki olmuyor. İsrail fırsat bu fırsat kendi “şehitlerini” yüceltmek için hamle yapıyor. Avrupa'da bu şeriatçı alçakların saldırdıkları yerler arasında Yahudi mekanları az değil. Dolayısıyla hatırlatmanın tam zamanı diyorlar. Kim diyor? Filistin'de sabah akşam katliam örgütleyenler... Birlikmiş!

İslam düşmanlığının ırkçı yüzünü ve teröre mazeret hediye ettiğini aklı başında herkes görür. Bunu da işin içine katalım derken, birtakım yorumcular El Kaide/IŞİD gericileriyle empati önermeye kalkıyorlar. Çünkü biraz ondan biraz da ötekinden diye bütünlüklü analiz, tutarlı siyaset çıkmıyor. İslamofobiyi ve ayrımcılığı, ırkçılığı ve islamcı gericiliği, devlet terörünü ve islamcı terörü birleştiren temel kategori ihmal ediliyor: Emperyalizm!

Hatlar gerçekten de karışık. ABD Dışişleri Erdoğan'ın Netanyahu'ya laf edişini izliyor da, AKP'nin resmi politikasının katliamı bir sonuç olarak göstererek aklamaya dönük olduğunu fark etmiyor mu? ABD “İsrail'i yedirtmem” demeyi ihmal etmez. Ya Davutoğlu'nun “İslam düşmanlığının yükselmesini engellemek için cenazeye katılması”? Bu yaklaşım meşrudur onların berbat dünyasında. Medeniyetler barışacak ya...

Yeri gelmişken konumuz medeniyetler olduğunda, bilelim ki, bunların savaşmasıyla barışması bir ve aynı şeydir. Dinlerin ve mezheplerin tarihi egemen güçlerin halkları birbirlerine boğazlattırma tarihidir. Değişen bir şey yok ve gerçek İslam, en hakiki Hıristiyanlık laflarının tamamı palavra. Dinsel inançlar insanların vicdanına ittirilecek. Tek çare bu. Cumhuriyetçilik ve laisizm emperyalistlerin elinden kurtarılmalı. Pazar günü Fransa'da bunun gerçekleştiğini söyleyemeyiz.

Charlie Hebdo canilerinin yolları İngiltere ve Amerika'dan geçmiş. Biri eskinin diğeri günümüzün emperyalist lider ülkesi. Ne tesadüf... Ne bu iki ülke tesadüf, ne de caniler. Cani dediğin, bildiğin tetikçi!

Yolları oralardan, Fransa'dansa yalnızca kan geçer. Charlie katliamını bir “Fransız 11 Eylülü”ne dönüştürmek ham hayaldir. ABD İkiz Kulelerin “acısını” dünyaya saldırma mazereti üreterek çıkartmıştı. Fransa o değil. Fransızlara onulmaz bir acı kalacak.

Orası o kadar ucuz bir ülke değil ve o liderler korteji maskaralığı, medya tarafından sabah akşam allanıp pullanacaksa da, acılı halk tarafından “sahada” reddedildi. Milli ve hatta emperyal birlik goygoyculuğuna “yastayız, savaşta değil” yanıtı verildi milyonların yürüyüşünde. Şimdi tüm kıtada güvenlik önlemleri, anti-terör yasaları falan denecek. Halk yasını bu gericileşmeye karşı koruyabilecek mi, göreceğiz.

Geriye bir de Ahmet beyin sırıtık resimleri kalacak. Türk yöneticilerinin hali çok zamandır normal değil. Merkel başını Hollande'ın omuzuna koyup poz verirken bizimki sırım sırım... O da kendince “korkmuyoruz”u anlatmak istiyor belki de. Oysa çok korkuyor.

Emperyalizmin Charlie'nin kanını Ortadoğu'ya doğru süpürmesinden korkuyorlar. Arananların Türkiye bağlantılarına dokunulduğunda soğuk soğuk terliyor, sırıtıyorlar. O nedenle karikatür derlemesi basacağım diyen Cumhuriyet'i bastırmamayı veya basmayı akıllarından geçirebiliyorlar. O nedenle ve kendilerini korumaya almak için katliamı “peygambere küfreden dergi” diye adresliyorlar. O nedenle Ahmet bey Paris'e uçarken Erdoğan da sarayında birtakım adamlara saçma sapan kostümler giydirip, kendine Türk-İslam şovenizminden bir zırh örmeye çabalıyor.