Yolculuk nereye?

2002-2013 gibi uzun bir sınıfsal ortaklık sonrasında kızışan paylaşım kavgasının Türkiye’yi getirdiği yerdeyiz. Aynı siyasetten beslenen, savunulması olanaksız darbe girişimi ve sonrasında,  üç maymun oyunu oynanmaya devam ediliyor. Ve Türkiye, AKP ve yandaşlarının “millet iradesi” sahipliğiyle ve “dinsel” çağrılarıyla, sorgusuz sualsiz, hukuksuz sürüklenip gidiyor.

            “Demokratik ve laik cumhuriyet” AKP cumhuriyetine, “demokratik ve laik hukuk” AKP hukukuna dönüştü; “millet iradesi” AKP iradesi, “bağımsız yargı” AKP yargısı oldu. Hukuk, devletin organları yerine, meydanlara çağrılan AKP militanlarının keyfi davranışları olarak uygulanıyor. Düzen muhalefeti, AKP’nin ağzıyla konuşuyor; AKP’ye meşruiyet sağlıyor. Darbe karşıtlığında hemfikir olma, AKP siyasetinin ve sömürü düzeninin kılıfı yapılmak isteniyor. 

            Yargının katliamı, yılların sömürü siyasetinin birikimidir. Yargı zaten AKP elinde yıllardır -hukuk yerine yasa kullanılarak- katliama sürüklenirken, yargıç ve savcısından yüksek yargı mensuplarına kadar uzanan bir yelpaze içinde beşte biri kapı önüne konulan, gözaltına alınan, tutuklanan yargı, talimatları uygulayan veya susan memur gibi davranıyor. Bu, geniş boyutlu yarılmadan ve devamı geleceği söylenen ihraç listelerinden sonra adil yargılama yapılabilir mi? Atılmayan yargıçlar, önüne gelen sanıkları adil sorgulayabilir, suçları yargılayabilir mi?

            Darbe girişimleri nasıl “hukuk” dışıysa, darbe girişimlerinden sonra bir partinin ve fiili liderinin iradesiyle yapılan tek yanlı ve keyfi uygulamalar da “hukuk” olamaz. Asıl bu tür kaotik durumlarda, Anayasa’nın kurum ve kurallarının, “ulus” adına parlamentonun özgür iradesinin ve yine “ulus” adına yargının “adil yargılama hakkı” doğrultusundaki adalet anlayışının, bütünüyle de demokratik ve laik hukuk devletinin devrede olması gerekir. Devletin asli görevleri ve yetkileri de hukuk dışında kullanılamaz, partili yandaşlara devredilemez.

            Halkı camilerden dinsel çağrılarla partililerin arasına sokarak meydanlara toplamak, parti yandaşlarını ve bir mezhebin inananlarını kendilerinden olmayanlara ya da inanmayanlara karşı kin ve nefrete sevk etmek anlamına gelir. Toplumun güvenliği ve geleceği devlete ait iken, bu güvenliği partililere ve mistik dünyaya teslim etmek suçtur. Dört gün içinde yaşananlar, bu suçun kanıtı olarak ortadadır ve “insanlığa karşı suç” listesinin her gün kabaracağına dair emareleri güçlendirmektedir.

            Tekbir nidaları, laik hukuk devletinin sesi olamaz. Darbeleri önlemek için “milleti silahlandırma” talebi demokratik hukuk devletinin yöntemi olamaz. Sanıkları yargılamadan cezalandırmak; gerçek suçluları saptamadan linçe girişmek, yaralamak, öldürmek suçtur. Yandaşları heyecana sürükleyip “idam cezası” sloganlarına olumlu yanıt vermek kışkırtmadır.

            Suçlar ve suçlular soruşturulurken, yargıda ve birçok alanda hazır listeler üzerinden “temizlik”ten söz etmek, ayrımcılık yaparak kendinden olmayanları yok etmektir; halka baskı yapmaktır. Yandaş ihbarcılığına dayalı gözaltı ve tutuklamalarla gerçek suçluların cezalandırılacağına ve adalete nasıl inanılır? Hukuk dışı kötü uygulamaların tavana vurduğu ortamda hukuk güvenliğinin varlığından nasıl söz edilebilir?

            Suçlar ve suçlular, partililer ya da yandaşları tarafından onların ya da istihbarat adı altında kimi kamu görevlilerinin keyfi davranışlarıyla değil, üzerinde baskı olmayan yargı tarafından hukuk ilkelerine uygun olarak soruşturulur, gerekirse cezalandırılır. Suçlara objektif bakamayan yargı, darbe girişimi suçlarını da objektif değerlendiremez.

            Darbe girişimlerine, egemenler ve siyasiler tarafından çifte standart uygulanan ya da keyfiliğin esas alındığı hukukla değil, insanlığı, eşitliği, özgürlüğü ve adaleti gerçekleştirecek hukukla karşı çıkılır.

            Hukuksuzluk, halkın kötülüğe ve karanlığa sürüklenmesine yol açar. Hukuksuzlukların başka hukuksuzluklarla cezalandırılması hukuk devletinin işi olamaz. Anayasal düzene karşı işlenen suçlarla, anayasal düzen çiğnenerek mücadele edilirse, artık anayasal düzenden de söz edilemez.  

            Kaotik ortamlar bahane edilerek piyasacı/gerici düzen siyasetinin hukuksuzluklarına ve “cadı avı” uygulamalarına göz yumulup ses çıkarılmadıkça, halka karşı baskı artar, ayrımcılık artar; parlamentodan çıkacak baskı yasaları da “hukuk ilkeleri” içine çekilerek önlenemez.

            Zaten olağanüstü hal ilanıyla, parlamento devre dışı kalacak;
Anayasa’nın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevler de dahil hemen her alanda KHK’lerle düzenleme yapılacak; bu KHK’ler anayasal denetime tabi olmayacak. Olağanüstü hal KHK’leri alanına siyasal haklar ve ödevlerin girmesi siyasi partileri de kapsayacak ki, bunun kullanılması, siyasi mücadelenin de sınırlandırılması -meydanın AKP’ye kalması- anlamına gelecek. Olağan halin keyfiliği, olağanüstü halin emarelerini vermeye yeter de artar bile.

           Sömürü, gericilik, baskı, şiddet, hırsızlık, talan, hukuksuzluk, adaletsizlik, cinayet,  katliam ve darbelere; AKP’nin, partilileri, yandaşlarını ve dini devletin yerine koyarak,  halkın içine soktuğu kin ve nefrete karşı sessiz kalındıkça, örgütlü mücadele edilmedikçe yolculuk, islami faşizmin karanlığınadır, emperyalizmin kucağınadır ve emekçilerin üstüne basa basa sürer gider.