Yasamasız hukuka yolculuk

Hukuksal yapı durağan değil dinamik. Bu hareketlilik yapıya, ilişkilere ve koşullara bağlı olarak yön değiştirir. Değişikliğin yönü önemli. Anayasa ya da yasalarla yetki devri yapmakla, keyfiliğin adını “takdir hakkı” koymakla da hukuk olmuyor.

Hukuku biçimsel metinler topluluğu olarak kabul edemeyiz. Hukuk yalnızca kurallar bütünü değil, yürürlükteki pozitif hukuk kurallarından ibaret de değil. Kaldı ki ülkemizde pozitif hukuk kuralları dahi yeknesaklık ve genellik ilkelerine göre uygulanmaz. “Suç” teşkil eden fiil, işleyenin kimliğine göre suç olmaktan çıkabilir ya da yargı kararı olmadan insanlar suçlu ilan edilebilir hatta yargısız infaza uğrayabilir.  

Akla dayalı irade yansıması, bilinç biçimi olarak hukuk, gerçeğin ifadesidir. Ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel, yönetsel ve hukuksal ilişkiler değerlendirilmeden hukuktan söz edilmez. Birçok disiplinle bağlantılı olan hukuku ekonomi politikten, ideolojiden ve sınıfsallıktan ayrı düşünmek olanaksızdır.

Tıpkı 12 Eylül düzeni gibi AKP’nin arkasında da kapitalist, emperyalist güçler ve NATO var. AKP, sermaye sınıfının çıkarlarını koruyor, emekçi halkın haklarını gasp ediyor. İşçilere, emekçilere ve örgütlerine, sola, komünistlere karşı ne gerekiyorsa yapıyor. Aydınlanmayı ve laikliği ayaklar altına alıyor. Aklını, yaratıcılığını, birikimini halk için değerlendiren aydınları, bilim insanlarını sindiriyor. Hukuku ve gericiliği kullanarak halkı korkutuyor, çaresizleştiriyor ve uyuşturuyor. Yargı dahil tüm denetim mekanizmalarını ya yok ediyor ya da güdümüne sokuyor. Demokratlık taslayarak, istediği anayasa değişikliklerini, istediği seçim hukukunu, koşullarını yarattığı OHAL’li düzeni kalıcı kılacak her şeyi yapıyor.

Anayasayla yapılan rejim değişikliği aslında “anayasasızlaştırma”yı ve “yasasızlaştırma”yı işaret ediyor. Piyasacı ve gerici politikalar, emperyalizm ortaklığı, savaş sevdası gibi OHAL’li ve/veya cumhurbaşkanı kararnameli (CBK’li) hukuksuzluklar, bireysel ve toplumsal hakların budanması, emekçilerin esnek ve güvencesiz çalışmaları, “cumhurbaşkanı” adı altında denetimsiz olarak uygulanacak. CBK’ler anayasal denetime tabi ama hangilerinin denetleneceği hakkında kargaşa çıkacak.

Yasamaya iş bile düşmeyecek. Seçime giderken sermaye dilbazları “aman CB ile parlamento çoğunluğu farklı partilerden olmasın” telaşına düştü. Anayasada hüküm varmış, yasama organı aynı konuda yasa çıkarırsa CBK uygulanmayacakmış. O zaman istikrar ve etkinlik olmazmış. Kim için? Sermaye düzeni için…

2010’da yetmez ama evetçilerin desteğiyle bağımsız yargı güvencesinde denetimi ve hak arama özgürlüğünü yok ettiler, yargıyı bütünüyle iktidar güdümüne soktular, iktidarın anayasal sınırlamaları delerek serbestleşmesini sağladılar. 2013’te Haziran Direnişini kırmak için kullandıkları baskı ve şiddeti kanunlaştırdılar. Ardından 17 ve 25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarını bastırdılar. 2014’te cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini getirdiler.

2015’in 7 Haziran'ında 258’e düşen AKP milletvekili sayısını 1 Kasım'da 317’ye çıkarıverdiler. İşlevsizleştirilen Mecliste, parmak sayıları yetmeyen ama varlıklarıyla ve Meclisi çalıştırarak AKP’yi meşrulaştıran muhalefet partileriyle birlikte yaptılar her şeyi.

2016’nın 15 Temmuz'undaki darbe girişimiyle gelen OHAL düzeni ve OHAL KHK’leriyle yaratılan hukuksuzluk, baskı ve kıyım ortamında hem hukuksuz OHAL KHK’lerini kanunlaştırarak OHAL düzenini olağanlaştırdılar, hem Anayasa değişikliğiyle Cumhuriyeti yıkan başkanlık rejimini getirdiler, hem de bu rejimin uygulanması için baskın seçim kararı aldılar. Daha yerinde deyişle seçim pususu kurdular.

Bu süreçte emeği ucuz, esnek ve güvencesiz hale getirdiler; gelir dağılımını en zengin yüzde 20 lehine, diğer yüzde 80 aleyhine daha da bozdular; bireysel ve toplumsal hakları budadılar, toplantı ve gösteri yürüyüşlerini bastırdılar, eleştiriyi CB’ye hakaret saydılar.

İş cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk istismarları yaygınlaştı.  Grevler durduruldu; mesleki, ekonomik ve siyasi örgütlenmeler baskılandı; ekonomik krizle özdeş kaotik bir krizler dönemi eş zamanlı yaşandı. Bunların bileşimi çok yönlü çürümeyi getirdi.

Yasama organının, zamana oynamak ve kamuoyunu bilgilendirmek dışında işe yaramayan, gelene geç diyen tavrına karşın 2011 yılındaki AKP KHK’leriyle ciddi darbelere girişildi.

Devlet/hukuk/yargı üçgeni mevcut üretim ilişkileri ağına toz kondurmadı. Yasama organı çalışma hukuku, ihale hukuku, vergi hukuku ile oyalanıp dururken bolca torba kanun çıkardı. Seçime gidilir de seçim hukukuyla oynamamazlık olur mu? Seçim hukuksuzluk ve adaletsizlikleri için kanun çıkarmamak olur mu?

En kapsamlı darbeyi, Anayasa Mahkemesinin sahadan kaçmasıyla birlikte OHAL KHK’leri vurdu.

Ve bu çürümenin Meclisi seçim kararı alarak tatile girerken, başkanlık Anayasasının uyum yasaları esnek mi esnek bir yetki kanunu ile ömrünün son günlerini yaşayan bakanlar kuruluna bırakıldı. Uyum yasaları kılıf değiştirerek uyum KHK’leri kulvarına geçiverdi.

CB seçiminden sonra CBK’ler imdada yetişecek hem de yetki kanununa gerek duyulmaksızın.

Kapitalist/emperyalist düzen bunu istiyor. Meclis, halkın temsilcilerinin organı olarak değil sermayenin yasama organı olarak çalışıyor: Sermayenin istikrarı için hukuksuzluk, sermayeyi teşvik için hukuk. Emekçilerin hak ve güvenceleri için hukuksuzluk, hakları budamak için hukuk.

Her yönüyle sakat bir Anayasa değişikliği, OHAL ortamında hukuksuz seçim kanununa dayanılarak yapılacak seçimle yaşama geçirilecek.

Ortada bir gariplik var. AKP 2002 yılından bu yana iktidarda, yasaması ve yargısıyla devleti ele geçirmiş durumda. Her şeyle oynadı ama kendi yarattığı düzeni “sorun alanı” ilan etti. Sonra da çözüm için rejim değişikliği şart dedi.

Ortada bir değil birçok gariplik var. Bu rejim değişikliğine hayır diyenler bugün değişecek rejimin oyuncuları olmaya soyunmuş durumda. AKP’li Erdoğan ise iktidarda değilmiş gibi vaatlerde bulunuyor.

“Hayır” demek yetmezdi. Yetmedi.

“Yetmez ama hayır” bu durumu anlatıyordu.

Türkiye bir kez daha sermaye sınıfı ve siyasal ortaklarının yönettiği seçime gidiyor.  Seçmen edilgen ve düzenin kurallarına ve kurumlarına biat etmeye zorlanıyor.

Piyasacı ve gerici düzenle uzlaşmayı, o düzenin siyasetiyle ortaklaşmayı reddeden işçi sınıfının örgütlü gücü ise bu düzenle olmaz, bu düzen değişmeli diyor.

Anayasalı hükümdarlık bu düzen değişmeli diyenler tarafından reddediliyor.

Seçim vaatleri devletin, hukukun ve yargının çürümüşlüğünü çözmeye yetmiyor. Çözemez çünkü ipler kapitalizmin ve emperyalizmin çürümüşlüğünün elinde. Çözemez çünkü düzen partilerinin politika ve önerileri kapitalizmin ve emperyalizmin düzenine dokunacak irade ve gücü taşımıyor.    

Bu düzen değişmeli diyenler kapitalizmin ekonomi politiğinin devlet, anayasa, hukuk, yargı ve seçim gibi maskeler arkasında yaşamasına göz yummaz. 

Kimse, sermaye sınıfını korumak, siyaseti yalnızca onların istediği kadarıyla yapmak, mücadelelerle kazanılan hakları sömürücülere teslim etmek, aydınlanmayı gericilerin karanlığına itmek, göz göre göre eşitsizliğe ve adaletsizliğe razı olmak, kamu kaynaklarının ve doğanın talanına katılmak zorunda değil. Seçim hakkı diye düzenin partilerine oy vermek zorunda da değil.

Piyasacı ve gerici düzene toptan “hayır” demek için sınıfsal ve örgütlü mücadeleyle bu düzenin değişmesine somut adım atmak şart. İşte o zaman gerçek hukuk ve yargı toplumcu anayasa sayfalarında yerini alabilir, rafta durmak için değil insanlığa hizmet için.