Yaşama anayasa ile bakmamak

Yaşama, nasıl üst yapı kurumu olan hukukla bakamazsak, doğal olarak anayasa ile de bakamayız. Anayasanın bağlayıcı ve üstün olması, ona özel bir işlev yüklemez. Görülüyor ki, anayasaya, hukuktan ayrı tutularak özel bir önem yükleniyor ona bir üst yapı kurumu olarak bakılmıyor. Yaşanılan sorunların kaynağı anayasa olarak gösteriliyor ve çözüm de “yeni anayasa”da aranıyor. Server Tanilli’nin deyişiyle, “her şeyi anayasadan uman, ona bir çeşit mistik varlık olarak bakan” “gülünç” bir anlayış ortaya çıkarılıyor.

Yeni anayasa konusunda, verili koşullarla yürütülen her çalışma, aslında demokrasi ile arasında “doku uyuşmazlığı” bulunan AKP’nin payanda arayışına destek anlamına gelir. Mevcut anayasadan şikayet edenlerin, hiç olmazsa bunu görmeleri, önerilerini buna göre yönlendirmeleri gerekir.
Yeni anayasa, sınıfsal bakışı tümüyle kırıp, geniş emekçi kesimi “demokrasi” adı altında sermayenin çekim alanına yerleştirmek dışında hiçbir anlam ifade etmeyecektir. 12 Eylül faşizminin anayasasını yenileme söylemleri, ancak, eksiklikleri emperyalizmin istekleri doğrultusunda giderme, yeni sömürgeciliğe uyumlu hale getirme, sermaye sınıfını kayıtsız koşulsuz koruma yönlerinden doğrudur. “Uyumlu” halk yaratmak için lâiklikle oynamak, küreselleşmenin ikizi “özerk yerel yönetimler” yaratmak, “kuruluş”un başkentini sermayenin başkentine taşımak, emekçilerin haklarını daha da budayarak sermayenin haklarını koruyan “ekonomik anayasa” yapmak, uluslararası sermayenin kurallarını ulusal kuralların üstünde tutmak, kapitalizmin krizini aşacak önlemleri almak yeni anayasanın doğrularıdır. Bu doğrular emekçilerin gerçeği olamayacağından, emekçiler yönünden “yeni anayasayı yumuşatma” çalışmalarına katılmanın da gerekçesi olamaz. “Emeğin çıkarlarını gözetme” uğruna vahşi kapitalizmin yaşamasına ve palazlanmasına göz yummak, demokrasi içinde yer bulabilirse de sınıf savaşımında bulamaz.

Kaldı ki, bugün Türkiye’de, hukuktan yargıya, özgürlükten adaletli paylaşıma kadar, yaşanan ve egemen yönetim anlayışından kaynaklanan tüm sorunların anayasadan kaynaklandığı da söylenemez.

Sermayenin tahakkümü altında ezilen, egemen yaşam tarzının dışında kalan geniş emekçi halkın haklarının esas alınmadığı bir anayasa, ancak emperyalizmin yeni sömürü düzenine koşut olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin tamamıyla tasfiyesi amacına yönelik olacaktır. AKP’nin, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarını ve bu anayasaların oluşum süreçlerini sıralayarak, hesaplaşma üzerine kurulu yeni bir anayasayı “halkın yapacağı ilk sivil anayasa” olarak dikte ettirmesi buna burjuva, liberal ve sosyal demokratları da ortak etmesi, hatta birçok kesimden görüş istemesi bu gerçeği değiştirmez. AKP’nin 2002 yılından bu yana 1982 Anayasası’nda gerçekleştirdiği değişiklikler, yapılacak “yeni anayasa”nın nasıl olacağını göstermeye yeter de artar. AKP’nin, kendi döneminde yapılan anayasa değişikliklerine dokundurtmaması koşulu da unutulmamalıdır.

Yaşama anayasa ile bakmamanın gerekçeleri, “yapı”da kendisini bulacak olsa da, fiili durumu bir kez daha vurgulamakta yarar var: Birincisi, bu Meclis (kurulu meclis), yeni anayasa yapamaz sadece mevcut Anayasa’ya uyararak, ilk dört maddeye dokunmadan bu anayasanın hükümlerini değiştirebilir. İkincisi, anayasanın tümüyle yenilenmesine anayasal engel olmadığı ileri sürülse bile, bu Meclis “kurucu meclis” değildir, sermayenin egemenliği altındadır, halkı ve emekçileri temsil yetkisi yetersizdir. Üçüncüsü, Ülke’de bugün toplumcu bir anayasanın koşulları da yoktur.

Anayasanın bir “siyasal sorun alanı” olduğu reddedilemez ancak, toplumun gerçekleri, onun öncelikli sorun alanı olmadığını göstermeye yeter de artar. Emperyalizmin isteklerine uygun, toplumsal yaşamı gericileştiren bir iktidarın anayasasına “hayır” demek, aynı zamanda geniş emekçi kitlelerin haklarını savunan, sınıfsal bakan çalışmaların ve anayasanın da hareket noktasıdır. Anayasa çalışmaları, sözde hukuka dayalı (kanuna dayalı), demokratik olmayan yöntemlerle oluşan “dört partili” meclisin, aslında bu görüntü altında “çoğunluk partisinin” tekeline bırakılamayacağı gibi, sermaye iktidarının “hukuk ve demokrasi yanılsamalarına” da terk edilemez. Sömürüyü, adaletsizliği ve eşitsizliği yaratanların, toplumu tutuklayanların kuralları ve kurumlarıyla “toplumcu” bir anayasa yapılamaz.

Kural koyucu unsurları, kaynağı, koşulları ve hedefleri belli olan “yeni anayasa”yı, “görev ve sorumluluğumuzdur” diyerek yumuşatma girişimleri yerine -ki bunun dahi olanaksızlığı önceki, özellikle de 2010’daki anayasa değişikliklerinde görüldü- yeni anayasa çalışmalarına hayır denilip, sınıfsal bakışı net bir anayasayı savunmak gerekir. Ama asıl olarak da Lenin’in, “anayasaların yaratmayacağı, olanı saptayacağı” görüşünden hareketle, toplumsal ilişkileri emekçiler lehine değiştirecek iş ve eylemlerin yaşama geçirilmesi gerekir.

Yeni anayasa serüveni, “toplumu aldatmak” anlamına gelen politik bir oyundur toplumsal gerçekliği, somut durumu bir bütün olarak görmekle anlaşılır ve anlatılabilir.

Hukuk da anayasa da ortaya çıktıkları dönemlerin öncesindeki toplumsal ilişkilerden doğar. Hukuk topluma dayanır ve egemen yaşam şeklini kurallara yansıtır. “Toplumcu bir anayasa”nın koşulları da, ancak toplumun nesnel gerçekleri içinde süren sınıf savaşımıyla birlikte oluşacaktır.