Yargının halleri, OHAL’leri

2000 yılında ABD başkanlık seçiminde, A. Gore ile G.W. Bush’un arasında ortaya çıkan tartışma, davalar ve mahkemeler dizisiyle sürerken Yüksek Mahkeme’nin son kararıyla Bush lehine sonuçlanmıştı.

ABD başkanını yargının belirlediği bu seçim, siyaset ve yargı buluşmasındaki tipik örnekler arasında anımsanır, gerçek sonucunun ortaya çıkmamasına dikkat çekilir. Ama tarih Bush’un başkanlığıyla devam etti; “gerçek”, bilinmezlik rafına kaldırılırken son sözü yargı söylemiş oldu.

Liberal dünyanın yargıç/yargı ve siyaset ilişkisi yönünden buna benzer epey örnek var. En yeni örnek, 16 Nisan halkoylamasından sonra YSK’nin kararıyla Türkiye’de yaşandı. Bu halkoylamasının gerçek sonucu da torbalarda kaldı.

Liberal hukuk ve yargı buluşmasındaki sözde özgür tavır bize siyaset ve hukuk koşutluğunda yargının oynadığı rolün önemini gösterir. Buna yargının piyasalaşması da diyebiliriz ki liberal ideolojiye hiç de ters değil.

Sözde siyasetten bağımsız özde siyasetin göbeğinde bir yargı söz konusu olan… Kısacası, siyasetin konuştuğu, savunduğu ve uyguladığı şeyler yargının da halleri…   Yargıçların önünde yalnızca kişiler ile kişiler arasındaki “adi uyuşmazlıklar”, “adi suçlar” yok; devleti, devletlerarası ilişkileri, kapitalist ve emperyalist ilişkileri, savaşları, mülkiyeti kapsayan devasa bir “siyasi çıkarlar/uyuşmazlıklar/suçlar” ordusu var.

Asıl dikkat noktası, yargı masasına yığılan bu ilişkiler zincirinin sınıfsal karakteri…   

Yargıçların işi Anayasa ve yasalara uygun olarak karar vermek olduğuna, bu uygunluğu da yorum yoluyla işlettiklerine göre, aslında siyaset yapıyorlar demektir. Bu siyaset kimi zaman hak ve özgürlükler lehine, zorunlu din dersi kararlarında görüldüğü gibi laiklik ilkesi lehine gibi gözükse de yargı kararları bir tarafa damlarken egemen siyasetin tarafına oluk oluk akar. Olağanüstü dönemler ise bu desteği hızlandırır.

Liberal dünya, siyaset ve yargı ilişkisini dengede tutan mekanizmaları iyi kurmakla, çok amaçlı sonuç elde etmede oldukça başarılı. Bir yandan ekonomisini ve siyasetini, “bağımsız ve genel iradenin buyruğu” olarak tanıttığı hukukla ve “toplum adına güç kullanan bağımsız yargı” ile korur, diğer yandan da bu ikiliyle topluma “sözde güvence” sunar.

İpin ucu kaçtığı zamanlarda, OHAL düzeni imdada yetişir. Batı bu düzene sığındı kaldı şimdilik. Türkiye’nin yakın örneğinde olduğu gibi tam kontrolsüzlük dönemlerinde ise kendi hukukunu ve yargısını tanımayan, keyfiliği esas alan bir siyaset sahneleniyor.

Türkiye’de OHAL, hukukun değil hukuksuzluğun düzeni… Bu düzenin önünü açan ve pervasızlaştıran da, kendi kararlarını tanımayarak denetimden kaçan Anayasa Mahkemesi… Siyaseti, siyasetçiyi kıskandıracak derecede yapan Anayasa Mahkemesi… Yerel mahkemeler ise “usulden ret” yarışı içinde oyalanıp duruyor.

Sermayenin sınıfsal karakterine karşı tavır almayı aklının ucundan bile geçirmeyen ama hukuk ilkelerini de ayaklar altına almayan, dikenli teller arasından adalet çıkarmaya kalkan bir yargı damarı var tabii. Var da, yargının sınıfsal karakteri ile sermayenin sınıfsal karakterinin özdeşliği değişmiyor.  Bu özdeşlik, sermayenin sınıfsal karakterinin içinde olan hırsızlığa, yolsuzluğa, talana, sömürüye, şiddete, cinayetlere, katliamlara karşı tavrı da olanaksızlaştırıyor.

O zaman sıranın, aslında sermayenin sınıfsal karakterinden uzak olmayan yargının katledilmesine gelmesi de şaşırtıcı değil. Hele hele birde saldırı sahnesinin kostümlerini “cemaat” rengine boyayıp üzerine de “FETÖ” yazılırsa katliam daha da kolaylaşıyor. İster meslekten atma, ister tutuklama, ister sürgün, seç beğen uygula…

 Pervasızlık öylesine sürüyor ki, OHAL KHK’siyle kendi yargısını bile engel olarak gören, devre dışı bırakan bir “korku siyaseti”ne damga vuruluyor. Hem de öylesine devre dışı bırakılıyor ki yargı, mahkemelerin elindeki dosyalar da alınıyor.

Hakların ve hakları aramanın yolu olan “hak arama özgürlüğü”nün paçavra gibi dağıtıldığı; savcı, avukat ve yargıçların kendi haklarını bile arayamadığı ortamda söz edilecek tek adalet, sömürenlerin ve ezenlerin dinselliğe sığınan adaleti olabiliyor ancak.

Sömürüye, eşitsizliğe ve adaletsizliğe sınıflı toplumun, burjuva demokrasisinin doğal sonucu olarak bakılacak, devletin ve hukukun sınıfsallığı sorgulanmayacak, sonra da “ama yargı bağımsız kalsın ki sorunları çözsün” denilecek. Yıktıkça yıkacaklar, parçaladıkça parçalayacaklar, kıydıkça kıyacaklar canlara… Ne hak tanıyacaklar ne hukuk ama yargıya dokunmayacaklar… Bunlar, gerçeğin değil sahtenin dilekleri; uzlaşmacı uyanıkların dilekleri…

Üç beş açıklama, beş on ziyaret ve toplantı iyi de, yargıyı içinde bulunduğu bataktan çekip, burjuva devlet içindeki seçkin makamına bile çıkarmaya yetmez. Emekçi halkın içinde boğulduğu kördüğümü çözmeye, şiddet fırtınasını dağıtmaya hiç yetmez.  

Karanlığın düzeni yaşamaya devam ediyor hem de düzen muhalefetinin desteğiyle, hem de emekçileri iliklerine kadar soyarak…

Yargının, cesur yargıç ve kararlarla bir ileri ama genelde iki geri halleri, geçmişteki OHAL direnişlerine karşın bugünün OHAL’i içinde lime lime edilmesi aslında sermaye sınıfının ve onun devletinin içindeki “sahte bağımsızlığın” olağan sonucu.

“Sahte bağımsızlık”, hem sermaye düzeninin istikrarını isteyenler hem de İslamcı-faşist diktatörlüğü isteyenler yönünden emekçi halkı sindirmenin önemli araçlarından biri.  Diğer yandan da bu sindirme nedeniyle sömürü düzeniyle mücadelenin önündeki önemli zaaflardan biri.

Kararlarına sahip çıkamayan, adaleti kurumsal olarak koruyamayan, savunma ayağına sahip çıkmayan, meslektaşının başına gelenleri “bir şey vardır” diye karşılayıp aklını gölgeleyen, tüm insanlar için savunması gereken masumiyet karinesini kendi mensupları için çiğneyen; YARSAV’ın kapatılması, başkan ve yöneticilerinin meslekten men edilerek, tutuklanarak, kıyıma uğratılarak cezalandırılması, Yargıçlar Sendikası başkan ve yöneticilerinin kıyıma uğratılmasıyla örgütlü mücadeleden uzaklaştırılıp bireyselleşen; egemen karşısında suskunlaşan hatta biat eden, sınıfsal karşıtlığı aklının ucuna getirmeyen yargı, kendine nasıl sahip çıkacak, cadı avıyla nasıl mücadele edecek?

Gerçek eşitliği, bağımsızlığı, adaleti aramak ve yargıyı “Toplumcu Anayasa” güvencesi içine almak için önce yargının da sınıfsal olduğunu kabul etmek; sömürüyü yok etme mücadelesinde yargıyı ve mensuplarını güçlü silahlar arasına sokmak gerekir. Tabii, Toplumcu Anayasa’yı uygulamak için gerekli siyasal koşulların, “köklü bir altüst oluş anlamına gelen sosyalist devrim”le yaratılacağını unutmadan.