Yargının geleceği

Yargının tarihi “yanılgıların tarihi” olarak yazılmaya devam ediyor ve AKP dışında olduğunu savlayan birileri son HSYK seçimlerini hâlâ demokrasinin zaferi olarak ilan edebiliyor.

2010 Anayasa değişiklikleri ve seçimleri de demokrasi zaferi olarak savunulmuş idi. Arada iki üç farklı karar çıkararak gündeme oturan Anayasa Mahkemesi de benzer gerekçelerle ara sıra alkışlanıyor.

Ancak aklıselim yargı mensuplarının, gün geçtikçe gerçekleri daha net gördüğü anlaşılıyor. “Yaşandıkça öğreniliyor” diyeceğiz ama kötüyü yaşaya yaşaya nefes alacak hal de kalmıyor.

Yine de yargıyı ve geleceğini, yaşananlardan etkilenerek tartışmaya açma ve yeni yol haritaları üzerinde kafa yorma düşüncesi azımsanacak bir şey değil. Bu düşünceleri, bireysel olarak taşıyan yargıç ve savcılarla birlikte, son seçimlerin yenilgi sütununa yerleştirilen YARSAV/Sendika birleşik hareketinin de taşıdığını görmek sevindirici. Yargının vazgeçilmez ayağı “savunma” da daha olumlu düşünce ve eylem birlikteliği yolunda kararlı örnekler veriyor.

Biraz genel bakalım… Yargı ve bağımsızlık sözcükleri hem hukuksal olarak hem de fiili olarak birbirinden ayrılmaz kavramlar olarak belleklerde ve hedeflerde duruyor.

Geniş anlamda yargı bağımsızlığı yargının, yasama, yürütme organlarından, yargı organının kendisinden ve toplumun –özellikle- baskı gruplarından bağımsızlığı, her türlü baskı ve çıkar ilişkilerinden ayrılığı olarak tanımlanıyor. Anayasa da “yargı yetkisi” ile “bağımsızlığı” temel ilke olarak gösteriyor. Yargı alanındakiler dahil, bireyler ve demokratik kitle örgütleri öncelikli mücadele hedeflerini “bağımsızlık” olarak ilan ediyor.

Bağımsızlıktan sapmaların ve bağımsızlık üzerine zaafların yaşandığı dönemlerde bu sapma ve zaaflardan arınmak doğal olarak bir mücadele başlığıdır ve yapılmalıdır. AKP dönemi ve politikaları bu ara mücadelenin örneği olarak durmaktadır. Ancak, AKP dönemi, bu tür ara mücadelelerle bir sonuç alınamayacağının örneği olarak da durmakta, kendi düzenini sürdürme anlamında kararlılık göstermektedir “ne yaparsanız yapın benim düzenim devam eder” demekte ve bunu da yaşama geçirmektedir.

O zaman, sapma ve zaaflardan arınma hedefinin yeniden ve yeniden sorgulanması gereği de kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu kısır hedef, “sürekli yenilgi”yi işaret etmektedir ve bu hedef için cephanelikte olan ne varsa işe yaramamakta, hatta düşmana hizmete yönelmektedir.

O zaman, yanılgıların tarihine bir sayfa daha açmamak için hedef ne olmalıdır? Bu hedef için cephanelikte nelere ihtiyaç vardır?

Eğer hedef

(i) Sermayenin ve gericiliğin özgürlüğünün sınırsız olarak sürdüğü,
(ii) Bu sınırsızlık içinde ara sıra göz kırpan iyileştirme örnekleriyle birlikte, asıl olarak emek üzerindeki baskı ve sömürünün arttığı,
(iii) Demokrasinin, yalnızca seçim ve çoğunluk olarak kabul edildiği,
bir düzen içinde belirlenmiş bir ara hedef ise, düzenin devleti ve hukukunun, kısır mücadelelere karşı seferber olacağı da kuşkusuzdur.

O zaman yargı neferleri, ne kadar kendilerini “bağımsızlık” için harekete geçirirse geçirsin, bütünsel olarak “düzene hizmet” etmeye devam edeceklerdir.

O zaman bağımsızlık cephanesi, piyasacı, gerici, liberal etnik, dinsel ve mezhepsel ideolojilerle dolacak ve “demokrasi” adına bu karma takımla maça çıkmak zorunda kalınacaktır. Ya da kimi mücadele neferlerinin karma takıma geçmesine engel olunamayacaktır.

Sınıflı toplum, sınıflı kural koyucu ve uygulayıcı… Ve egemen sınıf düzenini sürdürmek için hukuk dahil her türlü aracı fazlasıyla kullanıyor. Böyle bir arenada, adaleti sağlayacağını sanan yargı organı “bağımsız” olmayı hedefliyor. Bu tamı tamına egemen sınıfın istediği hedef olur ve “bağımsız” sözcüğüne herkesten çok onlar sarılır. Tıpkı özgürlük sözcüğüne sarıldıkları gibi…

Bu saptamadan ilk payını alacak olan “hukuk”tur. Yasama organının ve ulusal/uluslararası diğer düzenleyici organların sınıfsal yapısına uygun hukuk, yargının normu olacağına göre bu hukuk üzerinden adalet dağıtmak, hukuku tartışma içine çekmemek, yargının geleceğini batağa itmekle özdeştir.
Diğer pay devletindir. Nihayetinde tüm yollar “yapı”ya çıkar.

Adaleti bozanlarla mücadele etmeden, adaletsiz düzenin adaletsiz kurallarıyla, yargı adına adalet dağıtmak için sahneye çıkmak figüranlığı başoyunculuk sanmak gibi olmaz mı?

Düzenin devleti içinde olup bağımsızlık ipine sarılmak, yılanı kurtarıcı gibi görmek olmaz mı?

“Ama mevcut anayasal düzene göre, yargı bağımsız, yargıç güvence altında hiç olmazsa bunu sağlayalım” deniyorsa, iktidar tarafında da “asıl şimdi milletin yargısı var” deniliyor “vesayetsiz yargı adımı 2010’da atıldı, 2014’de gerçekleşti” deniliyor. Neoliberal düzenin yönetim ve yargı anlayışından da uzaklaşılmıyor.

Korkulması gereken, bu düzende marjinal kalmak değil, bu düzende yaşayarak erimektir.

Yargı, kendisini, içinde yaşadığı ilişkilerden soyutlayarak görmeye alıştı ya da böyle gösterilmeyi kanıksadı. AKP, bu alışkanlığı kullandı “ben ne isem sen de öylesin”i yargı içinde çoğunluğa benimsetti ilkeli örgütlülüğü dışlama konusunda da önemli adımlar attı.

Yargı, düzeni korumak için polisin arkasında bekletilen yedek ordu haline getirildi.

Yargının geleceği için önceki dönemlerden ya da uygulamalardan birine dönmek bu teslimiyeti çözmeye yetmeyeceği gibi, “yedek ordu”luktan kurtulmak da çözmez. Olumlu birikimleri ileriye taşıyacak, gerçekçi, kararlı politika ve eylemlere gereksinme var.

Yargının geleceği, Türkiye’nin ve asıl olarak insanlığın geleceği üzerine mücadele ile özdeştir. Mücadele, sınıfsal mücadele unutulmadan yaşama geçirildiği zaman yargıya ayrı bir senaryo yazma gereği de ortadan kalkar.