Yargının çöküşünden 4 Eylül’e…

Yargı, her ne kadar sermaye düzeninin ve devletin koruyucusu olsa da gericilik tarafından boş geçilemezdi; AKP projesiyle darmadağın oldu. Şimdi korkuya teslim ve çaresizliği oynuyor.

Bazen iğneyle bazen hançerle didiklendikçe -cılız çıkışlar dışında- sesini çıkarmayan; sömürüye, talana, hırsızlığa, cinayet ve katliamlara göz yuman yargıdan, yargının katliamına gelindi. Mağdurlar tarafından yargı üzerinden hak aramada pes edilmemesi, kimi olumlu kararlar ve kimi örgütlü çalışmalar mücadele için yeterli olmadı.

“Adalet” kurumu, kendi üzerindeki adaletsizliklere direnemedi ki, halk üzerindeki adaletsizliğe dirensin, hukuksuzluklara karşı çıksın, suçları yargılasın…

Teslim alınmış bir yargıdan, içinde iyi damarlar olsa da, adalet beklemek olanaklı mı?

Yargı, düzeni koruyucu kararlar yanında, halkın mücadele gücü ve direncinin soruşturmalarla kırılması; hırsızlara, katillere ve suçlulara takipsizlik kararı verilirken gerçeklerin dışa vurulmasının engellenmesi gibi toplumsal denetimi kıran işlevleriyle de sabıkalı…

Hukuksuzluklarda yargının rolü, hukuksuzlukların yaratıcısı düzenin bekçisi olan yargı rolüyle özdeş. Takipsizlik kararları, delil karartmalar, gecikmiş ve eksik/çarpıtılmış soruşturmalar, adi vaka tanımlamaları, seçilmiş sanıklar üzerinden yargılamalar vb tüm yargılama faaliyetleri gerçek sorumluları aklamaya, korumaya, istedikleri gibi at oynamalarını sağlamaya hizmet ediyor.

Sermaye düzeninin ve gericiliğin işçi ve emekçiler üzerindeki çok yönlü saldırısı da, bağımsız gibi gözüken yargının koruması altında. Hukukta Sol Tavır Derneği olarak bir açıklamamızda da söylediğimiz gibi “adalet dağıtması gereken yargı, iktidarın gözlüklerini takarak bakmaya başlıyor davalara; iktidarı ve düzenini aklıyor, karşıtlığı cezalandırıyor”. İktidarın gözlüklerini takarak bakanlar arasında “savunma insanları”nın olduğunu da anımsatmak gerekiyor.

Anayasa ve yasa değişiklikleriyle, disiplin soruşturmalarıyla, sürgünlerle, baskılarla sıkıştırıldıkça sıkıştırılan, Yargıtay ve Danıştay operasyonlarıyla uğraşan yargı, 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından yargıç ve savcısından yüksek yargıcına ve HSYK üyelerine kadar üçbine yakın (Yargı mensuplarının 1/5’i) gözaltı kararı ile şok içinde kaldı. Ardından, mesleğe son verme ve tutuklamalar, Türkiye’yi dünyada da temsil eden ilk yargı örgütünün (YARSAV) hukuka aykırı şekilde kapatılması gibi vurgunlarla şok devam etti.

Yıllardır kuyusu kazılırken ayakta duruyormuş gibi gözüküp gözlerini kapatan, “bağımsızlık masumiyeti” tuzağına tutsak olan, mücadele kanallarını açamayan yargı,   damarında olmaması gerektiği halde her yapılana “menfaat” gözüyle bakan bir yargıya dönüştü. “Hukuk içine davet, görevden uzaklaştırma/gözaltı/tutuklama olabilir ama hukuk dışına çıkılmasın” gibi uyarılar yargıyı kurtarmaya yetmiyor. 2013 Haziran Direnişi’nin kırılıp bastırılmasına ortak olan yargı, bugün darbe girişimine karşı “demokrasi için direnme hakkı” sözcüklerini ağızlarından düşürmeyenlerin kurbanı. Taksim meydanını halka açamayan yargı, bugün o meydanda dinsel slogan atan zihniyetin kurbanı. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yasaklanmasına destek veren yargı, bugün yasakçı siyasetin kurbanı.

Düzen batağının içinde kıvranırken, “cemaatçi mi değil mi,  darbeci mi değil mi” polemiği içinde eriyip giden yargı, zaten zayıf olan mücadele gücünü de kaybetti.

“Adalet durağı” diye diye bir iki yolcu indirerek hem yargıyı oyaladılar, hem de halkı… Artık bu düzenin ara sıra uğranan “adalet durağı” da yok.  

Düzen sahipleri, siyasi ve ekonomik istikrarları neyi gerektiriyorsa onu yapıyor, yargı da içinde olmak üzere “herşeyi ve herkesi” emre amade görüyor. Güçleri kırıldıkça da ellerinin altında ne varsa kırmaya başlıyor. Boyun eğenleri “kul” yapıyor. 

“Boyun eğmeyen yargı mensuplarına selam olsun” demek de, AKP normale dönsün demek de yetmiyor. Yapılanlara, “hukuk dışı” diyerek karşı çıkmak, cılız seslerle protestolar yapmak boşa kürek sallatıyor.

Önüne geleni alıp götüren kötülük seline karşı direnmek olanaksız değil. Yargı, hem kendisini hem de saygınlığını kazanmak istiyorsa, sermaye sınıfının ve gericiliğin egemenliğinde “bağımsız” olmadığını/olamayacağını ve adalet dağıtamayacağını anlamak zorunda; “bağımsızlık” ile avunmadan gerçek adalet düzenini aramak zorunda. Özellikle 2010’dan sonra yaşananları sıralarsak, “yargı mensupları başlarına daha ne gelmesini bekliyorlar” diye sormak gerekiyor.

“Gerçek adaleti”, gerçek eşitlik ve özgürlükle, gerçek demokrasiyle, akıl, bilim ve aydınlanmayla birlikte istemenin adına “siyaset” deniliyorsa -ki öyledir-; eşitsiz, adaletsiz, sömürücü ve gerici düzene teslim olmak ve o düzenin istikrarı adına sözde “bağımsız yargı” savunuculuğu yapmak da “siyaset”tir. Bu ikinci siyaset (düzen siyaseti) havuzunda çaresizlik içinde bekleyen yargı mensuplarının, birinci siyaset meydanından “yargı siyaset yapmaz” yanlış söylemiyle kaçmalarına, korkmalarına hiç gerek yok.    

Sonuçta, yargı için ve yargı adına gerekli çözümler, genel çözümle buluşuyor. Çürümüşlükten ve çürümüşlükten beslenen düzenden kurtulma mücadelesi verilmeden “teslimiyet”ten ve “çaresizlik”ten kurtulmak olanaksız. İşte 4 Eylül İstanbul Kartal Mitingi (Saat 17.00)  tam da bu çözümü haykırmayı, “gericiliğe, emperyalizme ve darbecilere” boyun eğmemeyi, “gerçek adaleti” arayan hukukçuların sesini gerçek mücadele eksenine yerleştirerek bütünsel olarak haykırmayı hedefliyor.